- Adım
- Öznur
- Cihaz
- iPhone 11
- Katılım
- 13 Haz 2018
- Konular
- 1,107
- Mesajlar
- 5,271
- Çözümler
- 14
- Tepkime puanı
- 4,605
- Puanları
- 3,064
- Yaş
- 39
- Konum
- Türkiye
Tüm bireşimsel (synthetic) önermelerin empirik varsayımlar oldukları şeklindeki görüşümüzü temellendirmiş olduğumuzu öne sürmeden önce yanıtlanması gereken bir başka karşı çıkış daha var. Yaygın bir varsayıma dayalıdır bu karşı-çıkış şöyle ki: Kurgusal bilgimiz biri empirik olgu sorunlarıyla öteki değer sorunlarıyla ilgili birbirinden farklı iki tür ortaya koyar. Denebilir ki'değer deyileri' (statements of value) halis bireşimsel önermelerdir bu yüzden onları varsayım diye göstermemiz hiç de doğru olmaz; duyumlarımızın akışını önceden kestirmekte kullanılır bunlar; dolayısıyla kurgusal bilginin birer dalı olarak etik ile estetiğin varlığı bizim kökeninden deneysel savımıza baş edilmez bir karşı-görüş oluşturur.
Bunun karşısında bizim yapacağımız iş hem kendi başına doyurucu ve hem de bizim genel empirik ilkelerimizle tutarlı olan bir 'değer yargıları' açıklamasında bulunmaktır. Anlamlı oldukları sürece değer deyilerinin sıradan 'bilimsel' deyiler olduklarını; bilimsel olmadıkları sürece de kesin anlamda anlamlı olmadıklarını ama ne doğru ne de yanlış olabilen sadece birer duygu deyimleri (expressions of emotion) olduklarını göstermekle işe başlıyacağız. Bu görüşü savunurken de şimdilik etik deyilerin durumuyla sınırlandırabiliriz konumuzu. Bunlara ilişkin olarak söyleneceklerin ayrıntılar üzerinde gerekli değişiklikler yapıldıktan sonra estetik deyilere de uygulanabildiklerini göreceğiz daha sonra. Etik filozoflarının yapıtlarında kotarılmış biçimiyle sıradan etik dizgesi türdeş bir bütün olmaktan çok uzaktır. Metafiziksel çizgileri ve etik-olmayan kavramların çözümlemelerini içermekle kalmaz; gerçek etik içerikleri de ayrıca çok değişik türdendir. Aslında dört ana öbeğe ayırabiliriz bunları: İlkin etik terimlerin tanımlarını dile getiren ya da kimi tanımların yasallığına ya da olanaklılığına ilişkin önermeler gelir. İkinci olarak ahlâk deneyine ilişkin görüngüleri ve onların nedenlerini betimleyen önermeler. Üçüncü olarak ahlaksal erdeme özendirici
öğütler. Son olarak da gerçek etik yargılar. Üzülerek belirtelim ki bu dört öbek arasındaki ayrım bunca açık olmasına karşın genelde bilinmezlikten gelinmiştir etik filozoflarca. Bunun sonucu olarak yapıtlarına bakıp da onların neyi bulgulamaya çalıştıklarını söylemek bir hayli güç iştir çoğun.
Aslında bizim bu dört öbeğimizden sadece birincisi yani etik terimlerin tanımlarına ilişkin önermeleri kapsayan öbeğin etik felsefesini oluşturduğu kolayca anlaşılır. Ahlak deneyine ilişkin görüngüler ile bunların nedenlerini betimleyen önermeleri ruhbilime ya da toplumbilime bırakmak gerekir. Ahlaksal erdeme özendirici öğütler ise önerme falan değildir hiç de; eninde sonunda okuyucuyu belli bir çeşit eyleme yöneltmeye yarayan ünlemler ve buyruklardır sadece. Bu yüzden felsefe ve bilimin herhangi bir dalına girmezler. Etik yargı deyimlerine gelince nasıl öbekleneceklerini henüz belirlemiş değiliz bunların. Ancak kesin olarak ne tanım ne tanımlar üzerine yorumlamalar ne de birer alıntı olmadıkları göz önünde tutulursa etik felsefesine girmediklerini çekinmeden söyleyebiliriz. Bu nedenle etik üzerine yazılmış gerçek bir felsefe kitabı hiçbir ahlaksal kesin bildiride bulunmaz. Ancak etik terimlerin bir çözümlemesini sağlamak yoluyla bu gibi bildirilerin tümünün bağlı olduğu kategorinin ne olduğunu gösterebilir. Şimdi bizim yapmak üzere olduğumuz da işte budur.
Etik filozoflarca sık sık tartışılan bir sorun da. tüm etik terimleri bir iki temel terime indirgeyebilecek tanımların bulunup bulunamıyacağıdır. Ancak bu sorun etik felsefesinin kapsamına tartışmasız bir biçimde girse de bizim buradaki araştırmamızla bir ilgisi yoktur. Etik terimler arasında hangi terimin temel olarak alınması gerektiğini anlamak; sözgelimi 'iyi'nin 'doğru' çerçevesinde ya da 'doğru'nun 'iyi' çerçevesinde ya da her ikisinin 'değer' çerçevesinde tanımlanıp tamamlanamıyacağını anlamak üzerinde durmuyoruz biz. İlgilendiğimiz nokta tüm etik terimler alanını etik-olmayan terimlere indirgemenin olanağı sorunudur. Yani etik değerlere ilişkin deyilerin empirik olgu deyilerine çevrilip çevrilmeyeceğim araştırıyoruz.
Genelde öznelci diye anılan etikçi filozoflarla yararcı (Cutilitarian) diye bilinen filozoflar bu doğrultuda bir çevirinin yapılabileceği sayındadırlar. Yararcılar eylemlerin doğruluklarını ve ereklerin iyiliklerini sağladıkları haz mutluluk ya da doyum çerçevesinde; öznelciler ise belli bir kişinin ya da insan öbeğinin bunlara karşı gösterdikleri onama (approval) duygusu çerçevesinde belirlerler. Bu tanımlardan her biri ahlaksal yargıları ruhbilimsel ya da toplumbilimsel yargıların bir alt-öbeği biçimine sokar; bu nedenle de bize çok çekici gelirler. Çünkübu iki tür yargının herbirinin doğru olduğu varsayıldığında etik deyilerin genelde kendilerine karşıt olan olgusal deyilerden kökence farklı olmadıkları; bizim daha önce empirik varsayımlar üzerine vermiş olduğumuz açıklamanın bunlara da uygulanabileceği sonucu çıkar.
Bunulna birlikte biz etik terimlerle ilgili ne öznelci ne de yararcı çözümlemeyi benimsiyoruz. Bir eyleme doğru bir nesneye iyi demekgenelde onun onaylandığını söylemeye gelir şeklindeki öznelci görüşü tutmuyoruz; çünkü genelde onay gören kimi eylemlerin doğru olmadıklarım ya da genelde onay gören kimi nesnelerin iyi olmadıklarını ileri sürmekte bir çelişki yoktur bizce. Belli bir eylemin doğru ya da belli bir nesnenin iyi olduğunu ileri süren bir kişi kendisinin de bunları onaylamış olduğunu ileri sürer şeklindeki öznelci almaşık görüşü de bir yana atıyoruz; çünkü bize göre kimi zaman kötü ya da yanlış olanı da onayladığını açıkça söyleyen kişi kendi kendisiyle çelişkili değildir. Benzeri bir çıkarım yararcılık için de kaçınılmazdır. Bir eyleme doğru demek belli durumlarda olanaklı tüm eylemler içinde en büyük mutluluğa ya da acıya karşı en büyük haz dengesine; doyurulmamış arzuya karşı en büyük doygunluk dengesine bu eylemin yol açacağını söylemek değildir bizce- çünkü en büyük mutluluğa acıya karşı en büyük haz dengesine doyurulmamış isteğe karşı en büyük doygunluk derecesine gerçekten ya da olasılıkla yol açabilecek bir eylemi üzerine getirmenin kimi zaman yanlış olduğunu söylemek çelişkili olamaz kanımca. Kimi hoş şeylerin iyi olmadıklarını ya da kimi kötü şeylerin iç gıcıklayıcı olduklarını söylemek çelişkili olmadığı için 'x iyidir' tümcesinin 'x hoştur'a ya da 'x iç gıcıklayıcıdır'a eşdeğer olduğu doğru olamaz. Bundan dolayı şu sonuca varabiliriz: Etik yargıların geçerliğieylemlerin mutluluk verici eğilimleriyle bundan da öte insanların duygularının nitelikleriyle belirlenmez tersine o 'saltık' ya da 'içkin'mişempirik yolla hesaplanamazmış gibi görülmek gerekir.
Ama böyle dediysek içinde tüm etik simgelerin etik olma yan terimlerle tanımlanabildiği bir dil yaratma olanağının bulunduğunu ya da böyle bir dilin yaratılmasının ve bizimkinin yerine benimsenmesinin de istenilir bir şey olduğunu yadsıdığımız yok elbette. Bizim yadsıdığımız etik deyilerin etik-olmayanlara indirgenmesi için yapılan önerinin dilimizin uzlaşımlarıyla tutarlı olduğudur. Yani yararcılığı ve öznelciliği var olan etik kavramlarımızın çözümlemeleri olarak kabul etmiyoruz. Savunduğumuz da şu- Dilimizde düzgüsel etik simgeleri içeren tümcelerruhbilimsel öne:meleri ya da daha doğıusu her hangi bir türden empirik önermeleri dile getiren tümcelere eşdeğer olamazlar.
Şu noktaya da açıklık getirmemiz iyi olacak : Betimleyici etik simgeler değil sadece düzgüsel etik simgeler olgusal terimlerle tanımlanamaz kanısındayız biz. Bu iki tip simgeyi birbiriyle karıştırmak tehlikesi vardır çünkü genelde aynı duyulur biçimi taşıyan göstergelerden oluşurlar. Bu yüzden 'x yanlıştır' biçimindeki karmaşık bir gösterge belli bir davranış tipiyle ilgili ahlaksal bir yargıyı dile getiren bir tümce oluşturabilir; ya da belli bir davranışın belirli bir topluluğun ahlak duygusuna ters düştüğünü söyleyen bir tümce oluşturabilir. İkinci durumdaki 'yanlış' simgesi betimsel bir etik simgedir ve içinde geçtiği tümce de sıradan toplumbilimsel bir önermeyi dile getirir; birinci durumdaki 'yanlış' simgesi ise düzgüsel etik bir simgedir ve içinde geçtiği tümce de bizim savımıza göre hiç bir zaman empirik bir önermeyi dile getirmez. Biz şimdilik yalnız düzgüsel etik üzerinde duracağız; bu yüzden bu yazı boyunca etik simgeler ayrıca herhangi bir niteleme yapılmadan kullanıldıkları her zaman hap düzgüsel tipteki simgeler olarak anlaşılmalıdır.
Düzgüsel etik kavramların empirik etik kavramlara indirgenemez olduklarını kabul etmekle 'saltıkçı' etik görüşüne —yani değer deyilerinin sıradan empirik önermelerde olduğu gibi gözlemlemeyle denetlenmedikleri görüşüne yol açıyormuşuz gibi görünebiliriz belki. Bu kuramın bir özelliği —ki savunucularınca pek kabul edilmez bu— değer deyilerini doğrulanamaz kılmasıdır. Çünkü herkesçe bilindiği gibi bir kişiye sezgisel bir yolla kesin görünen bir şey başkasına kuşkulu ya da yanlış gelebilir. Bu yüzden çatışan sezgiler arasında çözüm sağlayabilecek bir ölçüt bulunamadığı sürece yalnız sezgiye başvuru bir önermenin geçerlik denetlemesi olarak hiçbir değer taşımaz. Ne var ahlaksal yargılar konusunda da böyle bir ölçüt verilmiş değildir. Kimi ahlakçılar kendi ahlaksal yargılarının doğru olduğunu 'bildiklerini' söyleyereksorunu bağlamaya kalkışıyorlar. Ama böyle bir tutum olsa olsa ruhbilimsel bir yönden ilgi uyandırabilir ve herhangi bir ahlak yargısının geçerliğini tanıtlamak doğrultusunda en ufak bir kıpırtı göstermez. Çünkü bunların karşılarındaki ahlakçılar da kendi etik görüşlerinin doğru olduğunu aynı derecede pekâlâ «bilebilirler». Böylece öznel kesinlik sürüp gittikçe elbette aralarında herhangi bir seçim yapmak da olanaksızdır. Sıradan empirik bir önermeyle bağlantılı olarak böyle görüş ayrılıkları doğduğunda ilgili bir empirik denetlemeye baş vurarak ya da bunu fiilen yaparak bunların çözümlenmesine girişilebilir. Ama etik deyiler söz konusu oldukta 'saltıkçı ya da 'sezgici' kurama görehiçbir ilgili empirik denetleme olamaz. Bunun için bu kurama göre etik deyilerin doğrulanamaz sayıldığını söylerken haklıyız biz. Elbette simgesel halis önermeler sayılmak gerekir bunlar.
Bireşimsel bir önerme ancak deneysel yolla doğrulanabilir olursa anlamlı olur ilkesini nasıl kullandığımıza dikkat edilirse 'saltıkçı' bir etik kuramın benimsenmesinin bizim temel savımızı kökeninden zedeliyeceği kolayca anlaşılır. Ayrıca etikte 'saltıkçılığa' tek seçenek olarak genelde kabul edilen 'doğalcı' kuramları daha önceden reddetmiş bulunduğumuz için zor bir duruma düşmüş gibi görünebiliriz. Ama bizetik deyilerin doğru bir biçimde işlenmesinin bir üçüncü kuramla olanağı bulun duğunu ve bu kuramın da bizim köklü deneyciliğimizle her yönden bağdaştığını göstererek bu güçlüğü yeneceğiz.
Madem ki içinde temel etik kavramların geçtiği yargıların geçerliğini denetliyebileceğimiz bir ölçüt yoktur öyleyse bu kavramların çözümlenemez oldukları kabul etmekle işe başlayabiliriz. Buraya değin saltıkçılarla aynı fikirdeyiz. Ama saltıkçılardan farklı olarak etik kavramlarla ilintili bu gerçeği biz açıklayabiliriz. Diyoruz ki bunların çözümlenemez olmalarının gerekçesi sırf sözde-kavramiar olmalarıdır. Bir önermede bir etik simgenin bulunması onun olgusal içeriğine bir şey katmaz. Bunun için eğer bir kimseye 'o parayı çalmakla yanlış bir davranışta bulundun' dersem sadece 'o parayı siz çaldınız' dediğimdekinden daha fazla bir şey söylemiş olmam. Bu eylemin yanlış oldu ğunu eklemekle onunla ilgili fazladan bir şey söylemiş değilimdir. Yalnız ahlaksal açıdan onu onaylamamış olduğumu gösteririm. Özel bir tiksinti edasıyla 'o parayı siz çaldınız!' diye konuşmuş ya da belli ünlem işaretleriyle yazmış gibiyimdir sanki. Eda ya da ünlem işaretleri tümcenin anlamına bir şey katmaz. Yalnız deyiminin konuşmacıda belli duygularla birlikte söylendiğini göstermeye yarar.
Şimdi ilk deyiyi genelleştirip 'para çalmak kötüdür' dersem olgusal anlamı olmayan bir tümce yani ne doğru ne de yanlış olabilecek bir önermeyi dile getirmeyen bir tümce üretirim. Sanki 'para çalmak ha!!!' diye yazmış gibiyimdir. (Burada ünlem işaretinin koyuluğu ve şekliuygun bir uzlaşma yoluyla dile getirilen duygunun özel türde bir ahlaksal kınama olduğunu gösterir.) Doğru ya da yanlış olabilecek herhangi bir şeyin söylenmediği açıkça görülmektedir burada. Hırsızlığın kötülüğü konusunda başka bir kimse benimle aynı fikirde olmayabilir; şu anlamda ki hırsızlık konusunda benim taşıdığım duyguların aynıni taşımayabilir ve ahlaksal duygularımdan ötürü benimle tartışmaya tutuşabilir. Ama doğrusunu söylemek gerekirse benimle çelişkili bir duruma giremez (contradict). Çünkü belli bir eylem tipinin doğru ya da yanlış olduğunu söylemekle herhangi bir olgusal deyi ortaya koymuş olmam giderek düşünce durumumla ilgili bir deyide bulunmuş olmamyalnızca belli ahlaksal duyguları dile getiririm. Benimle açıktan açığa zıtlaşan kişi de yalnız kendi ahlaksal duygularını dile getirir. Bu yüzden hangimizin haklı ve doğru olduğunu sormak açıkça anlamsızdır; çünkü her ikimiz de halis bir önerme ileri sürmüş değilizdir. 'Kötü' simgesiyle ilgili olarak bu söylediklerimiz düzgüsel etik simgelerin tümüne de uygulanabilir. Bunlar kimi zaman sıradan empirik olguları saptayan ayrıca bu olgularla ilgili etik duyguları dile getiren tümcelerde geçerler kimi zaman da her hangi bir olgusal deyi oluşturmaksızın sadece belli eylem tipiyle ya da durumla ilgili etik duyguyu dile getirmekle yetinen tümcelerde geçerler. Ancak genelde etik bir yargıda bulunulduğu söylenebilecek her durumda da ilgili etik sözcüğün işlevi sadece 'duygusal'dır. Belli nesnelerle ilgili bir duyguyu dile getirmek için kullanılmıştır onlar hakkında herhangi bir ileri-sürüşte (assertion) bulunmak için değil.
Etik terimlerin yalnız duyguyu dile getirmek için kullanılmadıklarını belirtmek yerinde olacak. Bunlar duygu uyandırmak ve böylece eyleme çağırmak üzere düşünülüp tasarlanmışlardır da. Daha doğrusu kimileri o şekilde kullanılırlar ki içinde geçtikleri tümcelere buyruk etkisini kazandırırlar. Nitekim 'doğruyu söylemek görevinizdir' tümcesi hem doğrulukla ilgili belli bir tür etik duygunun deyimi hem de 'doğruyu söyle' buyruğunun deyimini içerir ama burada buyruğun tonu fedası daha az ve vurguludur; 'doğruyu söylemek iyi bir şeydir' tüm cesinde ise buyruk nerdeyse bir öneriden farksızdır. Bu yüzden de 'iyi' sözcüğünün 'anlamı' etik kullanımda 'ödev' sözcüğünden ya da '.melisinmalısın' gereklik eklerinden farklılaşmıştır. Gerçekte biz değişik etik sözcüklerin anlamını hem onların genelde dile getirdikleri kabul edilen değişik duygular çerçevesin de hem de yol açtıkları tasarlanıp hesaplanmış olan değişik tepkilerin çerçevesinde tanımlayabiliriz.
Etik yargıların geçerliğini belirlemek için bir ölçüt bulmanın niçin olanaksız olduğunu artık anlamış bulunuyoruz. Bu olanaksızlık etik yargıların sıradan duyu-deneyinden gizemli bir yolla bağımsız olan 'saltık' bir geçerlikleri olmasından dolayı değil her nasıl olursa olsun hiçbir nesnel geçerlikleri olmadığından dolayıdır. Eğer bir tümce hiçbir deyide bulunmuyorsa söylediğinin doğru mu yoksa yanlış mı olduğunu sormanın saçma olacağı meydandadır. Öte yandan sırf ahlaksal yargılan dile getiren tümcelerin bir şey söylemediklerini de görmüştük zaten. Salt duygu deyileridir bunlar ve böyle oldukları için de doğruluk ya da yanlışlık ulamlarına bağlanamazlar. Bir acı çığlığı ya da bir buyruk sözü niçin doğrulanamazsa bunlar da aynı nedenle doğrulanamaz; çünkü halis önermeleri dile getirmezler. Bundan ötürübizim etik kuramımızın haklı olarak köklü bir biçimde öznelci olduğu söylenebilirse de ortadoks öznelci kuramdan önemli bir noktada farklılaşir yine de. Çünkü ortodoks öznelci bizim yaptığımız gibi bir ahlakçının tümcelerinin halis önermeleri dile getirdiğini yadsımaz. Yadsıdığı yalnız bunların bir tek deneysel-olmayan nitelik taşıyan önermeleri dile getirdikleridir. Onun kendi görüşü ise bunlarınkonuşmacının duygularıyla ilişkili önermeleri dile getirdikleri merkezindedir. Böyle oldukları kabul edilmiş olsaydı eiik yargılar da açıkça doğru ya da yanlış olabilirlerdi. Konuşmacı ilgili duygulara sahip olduğunda doğru; sahip olmadığında yanlış olurlardı. Bu da ilkece deneysel yolla doğrulanabilir bir durumdur. Dahası anlamlı bir biçimde birbiriyle çelişebilirlerdi de. Çünkü 'hoşgörü bir erdemdir' dersem ve biri çıkar da 'siz onu onaylamıyorsunuz' derse sıradan öznelci kurama göre benimle çelişkiye düşmüş olurdu; oysa bizim kuramımıza göre düşmezdi; çünkü hoşgörünün bir erdem olduğunu söylemekle ben kendi duygularımla ilgili ya da başka herhangi bir şeyle ilgili bir deyi yapmış olmam. Sadece duygularımı açığa vurmuş olurum; bu da onlara sahip olduğumu söylemekle hiç de aynı şey değildir.
Duygunun deyimi (expression! ile duygunun ileri-sürülüşü (assertion) arasındaki ayrım şu olguyla bulanın Belli bir duyguya sahip olunduğunun ileri sürülüşü çoğun bu duygunun deyimiyle birlikte yürür ve o zaman bu ayrım aslında o duygunun deyiminde bir etken olur. Nitekim aynı anda hem can sıkıntısını dile getirebilirim hem de canımın sıkıldığını söyleyebilirim; böyle bir durumda 'canım sıkılıyor' sözcüklerinin ağzımdan çıkması can sıkıntısını dile getirdiğini ya da açığa vurduğunu söylemeyi doğru kılan durumlardan biridir. Ne var kigerçekten hiçbir şev söylemeksizin de can sıkıntısını dile getirebilirim. Kendisiyle hiçbir bağlantısı bulunmayan bir şey hakkında bir deyi ortaya kovduğum halde ses tonumla ve -el-kol hareketlerimle bir ünlemle ya da tek sözcük çıkarmaksızın can sıkıntısını dile getirebilirim. Bu yüzden belli bir duyguya sahip olunduğunun ileri sürülüşü her zaman bu duygunun deyimini kapsamına alsa bile bu duygunun deyimi o duyguya sahip olunduğunun ileri sürülüşünü kesinkes her zaman içermez. Bizim kuramımızla sıradan öznelci kuram arasındaki ayrım üzerinde dururken göz önünde tutulması gereken önemli bir noktadır bu. Çünkü öznelciler etik deyilerin belli duyguların varlığını gerçekten ileri sürdüğünü kabul ettikleri halde biz etik deyilerin duygunun deyimleri ve uyarıcıları olduklarını bunların da zorunlu olarak herhangibir biçimde ileri sürülmeyi içermediklerini söylüyoruz. Sıradan öznelci kuramın karşısına çıkarılan temel eleştiri daha önce de belirttiğimiz gibi şuydu: etik yargıların geçerliği bu yargıları öne sürenlerin duygularının doğasıyla belirlenmemiştir. Bizim kuramımızın karşılaşmadığı bir eleştiridir bu. Çünkü bir etik yargının geçerliği için duyguların varlığının zorunlu ve yeterli bir koşul olduğunu içermez. Tersine etik yargıların hiçbir geçerliği olmadığını söyler.
Bununla birlikte öznelci kuramlara karşı yöneltilen ama bizim kuramımızın da hedef olmaktan kurtulamadığı ünlü bir çıkarım vardır. Bilindiği gibi Moore şu noktaya işaret etmişti: Etik deyiler sadece konuşmacının duygularıyla ilgili deyiler olsaydı değer sorunları üzerinde tartışma olanağı kalmazdı. Tipik bir örnekle bunu açıklayalım: Bir insan tutumluluğun erdem olduğunu söylerse ve biri de çıkar 'kusurdur o' diye karşılık verirse bu kurama göre birbiriyle tartışmış olmaz bu kişiler. Biri tutumluluğu onayladığını öteki de onaylamadığını' söylemiştir sadece; deyilerin her ikisinin de doğru olmaması için bir neden yoktur. İmdi Moore değer sorunları üzerinde tartıştığımızın açıkça ortada olduğunu düşünüyor ve bu yüzden de üzerinde tartışmaya giriştiği öznelcilik biçiminin yanlış olduğu sonucuna varıyordu.
Değer sorunları üzerinde tartışma olanağının bulunmadığı sonucunun bizim kuramımızdan da çıktığı açıkça görülmektedir. Çünkü bizim kanımıza göre 'tutumluluk bir erdemdir' ile 'tutumluluk bir kusurdur' gibi tümceler hiç de birer önerme dile getirmez; bu nedenle bunların birbiriyle bağdaşmaz önermeleri dile getirdiklerini düşünemeyiz açıkçası. Öyleyse Moore'un çıkarımının sıradan öznelci kuramı gerçekten çürütüyorsa bizim kini de çürüteceğini kabul etmemiz gerekecektir. Ama. aslını ararsanız biz onun sıradan öznelci kuramı çürüttüğünü de kabul etmiyoruz; çünkü bizim düşüncemize göre değer sorunları üzerinde asla tartışma yapılamaz.
İlk bakışta çok aykırı bir sav gibi gelir bu insana. Çünkü değer sorunlarıyla ilgili tartışmalar gibi görülen tartışmalara girişiriz genellikle. Amaböyle durumların tümünde konuya daha yakından baktığımızda tartışmanın gerçekten bir değer sorunuyla ilgili olmadığını; tersine bir olgu sorunuyla ilintili bulunduğunu hemen anlarız. Belli bir eylemin ya da eylem tipinin ahlaksal değeri üzerinde bir kimse bizimle aynı fikirde olmadığı zaman kendi düşünce tarzımıza onu kazanmak için bilindiği gibi kanıtlama yoluna başvururuz. Ama onun ne olduğunu doğru bir şekilde kavramış olduğu bir duruma karşı 'yanlış' etik duygular taşıdığını kendi kanıtlarımızla göstermeye çalışmayız. Asıl göstermeye çalıştığımız şey durumla ilgili olguları yanlış anlamış olduğudur. Sözgelimi eyleyenin güdüsünü yanlış anladığını- eylemin sonuçlarını ya da eyleyenin bilgisine göre olası etkilerini yanlış değerlendirdiğini; eyleyenin içinde bulunduğu özel durumları göz önünde tutmadığını kanıtlamak isteriz. Olmazsa başkaca belli bir tipteki eylemlerin yapmak eğiliminde olduğu etkiler ya da bunların yapılmaları sırasında genellikle kendini açığa vuran nitelikler hakkında daha genel kanıtlar getiririz. Bunu yaparken de bir tek düşünce taşırız: Karşımızdakineempirik olguların doğası konusunda bizim gibi düşünmesini sağlamak ve bunlar karşısında bizim koyduğumuz ahlaksal tavrın tıpkısını benimsetmek.
Tartışmaya giriştiğimiz kimseler genellikle bizimle aynı ahlak eğitiminden geçmiş olduğu ve aynı toplumsal düzen içinde yaşadığı içinbeklentilerimizde genellikle haklı çıkabiliriz. Ama karşımızdaki kişi bizimkinden farklı bir ahlaksal koşullanma sürecinden geçmiş olursa; bu yüzden bütün gerçekleri kabul ettiği zaman bile tartışılmakta olan eylemlerin ahlaksal değeri üzerinde bizimle yine de anlaşamazsa o zaman kanıtlama yoluyla onu kandırmaya çalışmaktan vaz geçeriz. Çarpık ve gelişmemiş bir ahlak duygusu taşıdığı için- kendisiyle tartışılamıyacağını söyleriz; bu da onun bizimkinden ayrı bir değerler kümesine bağlı kaldığı anlamına gelir. Kendi değer dizgemizin daha üstün olduğu düşüncesine varırız ve bu yüzden onunkini böylece karalarız. Ne var ki dizgemizin daha üstün olduğunu tanıtlayabilecek tek bir kanıt da ortaya koyamayız; çünkü bunun böyle olduğuna ilişkin yargımız da bir değer yargısıdır ve böylece tartışma alanının dışına düşmüştür. Olgu sorunlarından ayrı olarak salt değer sorunlarıyla uğraşırsak kanıtlama olanağımızın bulunmadığını görürüz; işin sonunda ağzımızı bozmaya başlamamız bundan dolayıdır.
Kısacası bizim anladığımıza göre ahlaksal sorunlar üzerine tartışma açılması ancak bir değerler dizgesi önceden-varsayılırsa olanak kazanır. Eğer karşımızdaki kişi belli bir (t) tipinde ki tüm eylemlerin ahlaksal kınanmasını dile getirmekte bize katılırsa o zaman (A)nın (t) tipinden olduğunu göstermek için kanıtlar ortaya çıkararak özel bir (A) eylemini ona çürüttürebiliriz. Çünkü (A) nın bu tipe girip girmediği sorunu açıkça bir olgu sorunudur; her insanın da belli ahlaksal ilkelere sahip olduğu kesinlikle bilindiğine göre kendisiyle tutarlı olabilmek için bu adamın belli şeylere belli bir yolda tepki göstermesi gerekir ahlakça. Üzerinde durup tartışmadığımız ve tartışamıyacağımız şey bu ilkelerin geçerliğidir. Kendi duygularımızın ışığı altında biz onları sadece ya beğeniriz ya da çürütürüz.
Ahlaksal konular üzerindeki tartışmaların bu açıklamasının sağlamlığından kuşku duyanlar olabilir elbette; bizim onlara söyleyeceğimiz şu olacaktır: Eğer elinizdeyse bir mantık sorunuyla ilgili ya da empirik olgu sorunuyla ilgili bir kanıtlamaya indirgenmeyen bir değer sorunu üzerine hayali de olsa bir çıkarını yapın da görelim. Ortaya bir tek örnek koyamıyacaklarmdan eminim ben. Eğer öyleyse bu kişiler bundan salt etik kanıtların olanaksızlığının zorunlu bir sonuç olarak çıkarılmış olmasını Moore'un düşündüğü gibi bizim kuramımıza bir karşı-çıkış vesilesi değil daha çok onun lehine bir puan olduğunu kabul etmelidirler.
Kendisini tehdit eder gibi görünen tek eleştiriye karşı kuramımızı berkittikten sonra şimdi artık onu tüm etik araştırmaların doğasını tanımlamak amacıyla kullanabiliriz. Bizim anlayışımıza göre etik felsefesi sadece etik kavramların sözde-kavramlar olduklarını ve bundan ötürü çözümlenemez olduklarını söylemekten ibarettir. Dile getirmek için değişik etik terimler kullandığımız değişik duyguları ve bu duyguların genelde uyandırdığı değişik tepkileri daha derinine incelemek ruhbilimciye düşen bir görevdir. Eğer etik biliminden bir 'doğru' davranış kuralları dizgesinin kotarılması anlatılmak isteniyorsa etik bilimi diye bir şey olamaz. Çünkü daha önce de görmüş olduğumuz gibietik yargılar sadece duygu deyimleri (expressions of feelings) olduklarından herhangi bir etik dizgenin geçerliğini belirlemenin hiçbir olanağı yoktur ve böyle bir dizgenin doğru olup olmadığını sormak da hiçbir anlam taşımaz. Bu bağlamda haklı ve yerinde olarak araştırılması yapılacak tek şey belli bir kişinin ya insan öbeğinin ahlaksal alışkanlıkları nelerdir? Onları bu alışkanlıkları ve duyguları özellikle taşımaya iten neden nedir? diye sormaktır. Ne var ki bu araştırma da tümüyle bugün varolan toplumsal bilimlerin araştırma alanına girer.
O zaman da ortaya şu çıkar: Bir bilgi dalı olarak etik ruhbilimin ya da toplumbilimin bir kesimi olmaktan başka bir şeydeğildir. Bu durumda biri çıkar da 'ahlak sorunlarını çözümleme bilimini (casuistry)' göz ardı ettiğimizi söylerse şöyle diyebiliriz ona da: O bir bilim değildir belli bir ahlaksal dizgenin yapışma ilişkin çözümsel bir incelemedir sadece. Başka bir deyişle biçimsel mantık alanında bir uygulamadır.
Etik bilimini oluşturan ruhbilimsel araştırmalar sürdürülecek olduğunda insan çok geçmeden Kantçı ve hazcı ahlak kuramlarını açıklayabilecek bir duruma gelir. Çünkü ahlaksal davranışın en başta gelen nedenlerinden birinin bir Tanrıyı gücendirmekten dolayı duyulan hem biliçli hem de bilinçsiz korku ile toplumun düşmanlığını üzerine çekmekten dolayı duyulan korku olduğu anlaşılır. Ahlak kurallarının kimi insanların karşısına 'koşulsuz' buyruklar gibi çıkmasının nedeni de budur aslında. Ayrıca bir toplumun ahlak kuralları kodunun kısmen o toplumun kendi mutluluğunun koşullarını ilgilendiren inançlarca belirlenmiş olduğu —ya da başka bir deyişle her toplumun belli bir tipteki davranışı yüreklendirmek ya da ondan caydırmak istediği ve bunu yapmak için bir bütün ' olarak toplumun hoşnutluğunu artırdığına ya da eksilttiğine göre bu davranışı ahlaksal yaptırımlara bağlamış olduğu anlaşılır. Ahlak dizgelerinin çoğunda özgeciliğin övülmesinin bencilliğin yerilmesinin nedeni de budur. Davranış kurallarına ilişkin hazcı ve mutlulukçu kuramlar ahlaklılık ile mutluluk arasındaki bu bağlantının göz önünde tutulmasından çıkar tıpkı Kant'ın ahlak kuramının daha önce açıklanmış bir gerçekten yani ahlaksal davranış kurallarının kimileri için karşı konulmaz buyrukların gücünü taşıdıkları gerçeğinden çıktığı gibi. Bu kuramların her biri ötekinin kökünde yatan gerçeği bilmezlikten geldiği için her ikisi de tek-yanlı olmakla eleştirilebilir; ama tek tek her biri için yapılacak asıl eleştiri bu değildir. Onların kusurları etik duygularımızın nedenlerine ve özniteliklerine işaret eden önermeleri sanki etik kavramların tanımları gibi görmelerinde yatar asıl. Bu yüzden de etik kavramların sözde-kavramlar ve bunun sonucu olarak tanımlanamaz olduklarını kavrayamaz olurlar.
Bunun karşısında bizim yapacağımız iş hem kendi başına doyurucu ve hem de bizim genel empirik ilkelerimizle tutarlı olan bir 'değer yargıları' açıklamasında bulunmaktır. Anlamlı oldukları sürece değer deyilerinin sıradan 'bilimsel' deyiler olduklarını; bilimsel olmadıkları sürece de kesin anlamda anlamlı olmadıklarını ama ne doğru ne de yanlış olabilen sadece birer duygu deyimleri (expressions of emotion) olduklarını göstermekle işe başlıyacağız. Bu görüşü savunurken de şimdilik etik deyilerin durumuyla sınırlandırabiliriz konumuzu. Bunlara ilişkin olarak söyleneceklerin ayrıntılar üzerinde gerekli değişiklikler yapıldıktan sonra estetik deyilere de uygulanabildiklerini göreceğiz daha sonra. Etik filozoflarının yapıtlarında kotarılmış biçimiyle sıradan etik dizgesi türdeş bir bütün olmaktan çok uzaktır. Metafiziksel çizgileri ve etik-olmayan kavramların çözümlemelerini içermekle kalmaz; gerçek etik içerikleri de ayrıca çok değişik türdendir. Aslında dört ana öbeğe ayırabiliriz bunları: İlkin etik terimlerin tanımlarını dile getiren ya da kimi tanımların yasallığına ya da olanaklılığına ilişkin önermeler gelir. İkinci olarak ahlâk deneyine ilişkin görüngüleri ve onların nedenlerini betimleyen önermeler. Üçüncü olarak ahlaksal erdeme özendirici
öğütler. Son olarak da gerçek etik yargılar. Üzülerek belirtelim ki bu dört öbek arasındaki ayrım bunca açık olmasına karşın genelde bilinmezlikten gelinmiştir etik filozoflarca. Bunun sonucu olarak yapıtlarına bakıp da onların neyi bulgulamaya çalıştıklarını söylemek bir hayli güç iştir çoğun.
Aslında bizim bu dört öbeğimizden sadece birincisi yani etik terimlerin tanımlarına ilişkin önermeleri kapsayan öbeğin etik felsefesini oluşturduğu kolayca anlaşılır. Ahlak deneyine ilişkin görüngüler ile bunların nedenlerini betimleyen önermeleri ruhbilime ya da toplumbilime bırakmak gerekir. Ahlaksal erdeme özendirici öğütler ise önerme falan değildir hiç de; eninde sonunda okuyucuyu belli bir çeşit eyleme yöneltmeye yarayan ünlemler ve buyruklardır sadece. Bu yüzden felsefe ve bilimin herhangi bir dalına girmezler. Etik yargı deyimlerine gelince nasıl öbekleneceklerini henüz belirlemiş değiliz bunların. Ancak kesin olarak ne tanım ne tanımlar üzerine yorumlamalar ne de birer alıntı olmadıkları göz önünde tutulursa etik felsefesine girmediklerini çekinmeden söyleyebiliriz. Bu nedenle etik üzerine yazılmış gerçek bir felsefe kitabı hiçbir ahlaksal kesin bildiride bulunmaz. Ancak etik terimlerin bir çözümlemesini sağlamak yoluyla bu gibi bildirilerin tümünün bağlı olduğu kategorinin ne olduğunu gösterebilir. Şimdi bizim yapmak üzere olduğumuz da işte budur.
Etik filozoflarca sık sık tartışılan bir sorun da. tüm etik terimleri bir iki temel terime indirgeyebilecek tanımların bulunup bulunamıyacağıdır. Ancak bu sorun etik felsefesinin kapsamına tartışmasız bir biçimde girse de bizim buradaki araştırmamızla bir ilgisi yoktur. Etik terimler arasında hangi terimin temel olarak alınması gerektiğini anlamak; sözgelimi 'iyi'nin 'doğru' çerçevesinde ya da 'doğru'nun 'iyi' çerçevesinde ya da her ikisinin 'değer' çerçevesinde tanımlanıp tamamlanamıyacağını anlamak üzerinde durmuyoruz biz. İlgilendiğimiz nokta tüm etik terimler alanını etik-olmayan terimlere indirgemenin olanağı sorunudur. Yani etik değerlere ilişkin deyilerin empirik olgu deyilerine çevrilip çevrilmeyeceğim araştırıyoruz.
Genelde öznelci diye anılan etikçi filozoflarla yararcı (Cutilitarian) diye bilinen filozoflar bu doğrultuda bir çevirinin yapılabileceği sayındadırlar. Yararcılar eylemlerin doğruluklarını ve ereklerin iyiliklerini sağladıkları haz mutluluk ya da doyum çerçevesinde; öznelciler ise belli bir kişinin ya da insan öbeğinin bunlara karşı gösterdikleri onama (approval) duygusu çerçevesinde belirlerler. Bu tanımlardan her biri ahlaksal yargıları ruhbilimsel ya da toplumbilimsel yargıların bir alt-öbeği biçimine sokar; bu nedenle de bize çok çekici gelirler. Çünkübu iki tür yargının herbirinin doğru olduğu varsayıldığında etik deyilerin genelde kendilerine karşıt olan olgusal deyilerden kökence farklı olmadıkları; bizim daha önce empirik varsayımlar üzerine vermiş olduğumuz açıklamanın bunlara da uygulanabileceği sonucu çıkar.
Bunulna birlikte biz etik terimlerle ilgili ne öznelci ne de yararcı çözümlemeyi benimsiyoruz. Bir eyleme doğru bir nesneye iyi demekgenelde onun onaylandığını söylemeye gelir şeklindeki öznelci görüşü tutmuyoruz; çünkü genelde onay gören kimi eylemlerin doğru olmadıklarım ya da genelde onay gören kimi nesnelerin iyi olmadıklarını ileri sürmekte bir çelişki yoktur bizce. Belli bir eylemin doğru ya da belli bir nesnenin iyi olduğunu ileri süren bir kişi kendisinin de bunları onaylamış olduğunu ileri sürer şeklindeki öznelci almaşık görüşü de bir yana atıyoruz; çünkü bize göre kimi zaman kötü ya da yanlış olanı da onayladığını açıkça söyleyen kişi kendi kendisiyle çelişkili değildir. Benzeri bir çıkarım yararcılık için de kaçınılmazdır. Bir eyleme doğru demek belli durumlarda olanaklı tüm eylemler içinde en büyük mutluluğa ya da acıya karşı en büyük haz dengesine; doyurulmamış arzuya karşı en büyük doygunluk dengesine bu eylemin yol açacağını söylemek değildir bizce- çünkü en büyük mutluluğa acıya karşı en büyük haz dengesine doyurulmamış isteğe karşı en büyük doygunluk derecesine gerçekten ya da olasılıkla yol açabilecek bir eylemi üzerine getirmenin kimi zaman yanlış olduğunu söylemek çelişkili olamaz kanımca. Kimi hoş şeylerin iyi olmadıklarını ya da kimi kötü şeylerin iç gıcıklayıcı olduklarını söylemek çelişkili olmadığı için 'x iyidir' tümcesinin 'x hoştur'a ya da 'x iç gıcıklayıcıdır'a eşdeğer olduğu doğru olamaz. Bundan dolayı şu sonuca varabiliriz: Etik yargıların geçerliğieylemlerin mutluluk verici eğilimleriyle bundan da öte insanların duygularının nitelikleriyle belirlenmez tersine o 'saltık' ya da 'içkin'mişempirik yolla hesaplanamazmış gibi görülmek gerekir.
Ama böyle dediysek içinde tüm etik simgelerin etik olma yan terimlerle tanımlanabildiği bir dil yaratma olanağının bulunduğunu ya da böyle bir dilin yaratılmasının ve bizimkinin yerine benimsenmesinin de istenilir bir şey olduğunu yadsıdığımız yok elbette. Bizim yadsıdığımız etik deyilerin etik-olmayanlara indirgenmesi için yapılan önerinin dilimizin uzlaşımlarıyla tutarlı olduğudur. Yani yararcılığı ve öznelciliği var olan etik kavramlarımızın çözümlemeleri olarak kabul etmiyoruz. Savunduğumuz da şu- Dilimizde düzgüsel etik simgeleri içeren tümcelerruhbilimsel öne:meleri ya da daha doğıusu her hangi bir türden empirik önermeleri dile getiren tümcelere eşdeğer olamazlar.
Şu noktaya da açıklık getirmemiz iyi olacak : Betimleyici etik simgeler değil sadece düzgüsel etik simgeler olgusal terimlerle tanımlanamaz kanısındayız biz. Bu iki tip simgeyi birbiriyle karıştırmak tehlikesi vardır çünkü genelde aynı duyulur biçimi taşıyan göstergelerden oluşurlar. Bu yüzden 'x yanlıştır' biçimindeki karmaşık bir gösterge belli bir davranış tipiyle ilgili ahlaksal bir yargıyı dile getiren bir tümce oluşturabilir; ya da belli bir davranışın belirli bir topluluğun ahlak duygusuna ters düştüğünü söyleyen bir tümce oluşturabilir. İkinci durumdaki 'yanlış' simgesi betimsel bir etik simgedir ve içinde geçtiği tümce de sıradan toplumbilimsel bir önermeyi dile getirir; birinci durumdaki 'yanlış' simgesi ise düzgüsel etik bir simgedir ve içinde geçtiği tümce de bizim savımıza göre hiç bir zaman empirik bir önermeyi dile getirmez. Biz şimdilik yalnız düzgüsel etik üzerinde duracağız; bu yüzden bu yazı boyunca etik simgeler ayrıca herhangi bir niteleme yapılmadan kullanıldıkları her zaman hap düzgüsel tipteki simgeler olarak anlaşılmalıdır.
Düzgüsel etik kavramların empirik etik kavramlara indirgenemez olduklarını kabul etmekle 'saltıkçı' etik görüşüne —yani değer deyilerinin sıradan empirik önermelerde olduğu gibi gözlemlemeyle denetlenmedikleri görüşüne yol açıyormuşuz gibi görünebiliriz belki. Bu kuramın bir özelliği —ki savunucularınca pek kabul edilmez bu— değer deyilerini doğrulanamaz kılmasıdır. Çünkü herkesçe bilindiği gibi bir kişiye sezgisel bir yolla kesin görünen bir şey başkasına kuşkulu ya da yanlış gelebilir. Bu yüzden çatışan sezgiler arasında çözüm sağlayabilecek bir ölçüt bulunamadığı sürece yalnız sezgiye başvuru bir önermenin geçerlik denetlemesi olarak hiçbir değer taşımaz. Ne var ahlaksal yargılar konusunda da böyle bir ölçüt verilmiş değildir. Kimi ahlakçılar kendi ahlaksal yargılarının doğru olduğunu 'bildiklerini' söyleyereksorunu bağlamaya kalkışıyorlar. Ama böyle bir tutum olsa olsa ruhbilimsel bir yönden ilgi uyandırabilir ve herhangi bir ahlak yargısının geçerliğini tanıtlamak doğrultusunda en ufak bir kıpırtı göstermez. Çünkü bunların karşılarındaki ahlakçılar da kendi etik görüşlerinin doğru olduğunu aynı derecede pekâlâ «bilebilirler». Böylece öznel kesinlik sürüp gittikçe elbette aralarında herhangi bir seçim yapmak da olanaksızdır. Sıradan empirik bir önermeyle bağlantılı olarak böyle görüş ayrılıkları doğduğunda ilgili bir empirik denetlemeye baş vurarak ya da bunu fiilen yaparak bunların çözümlenmesine girişilebilir. Ama etik deyiler söz konusu oldukta 'saltıkçı ya da 'sezgici' kurama görehiçbir ilgili empirik denetleme olamaz. Bunun için bu kurama göre etik deyilerin doğrulanamaz sayıldığını söylerken haklıyız biz. Elbette simgesel halis önermeler sayılmak gerekir bunlar.
Bireşimsel bir önerme ancak deneysel yolla doğrulanabilir olursa anlamlı olur ilkesini nasıl kullandığımıza dikkat edilirse 'saltıkçı' bir etik kuramın benimsenmesinin bizim temel savımızı kökeninden zedeliyeceği kolayca anlaşılır. Ayrıca etikte 'saltıkçılığa' tek seçenek olarak genelde kabul edilen 'doğalcı' kuramları daha önceden reddetmiş bulunduğumuz için zor bir duruma düşmüş gibi görünebiliriz. Ama bizetik deyilerin doğru bir biçimde işlenmesinin bir üçüncü kuramla olanağı bulun duğunu ve bu kuramın da bizim köklü deneyciliğimizle her yönden bağdaştığını göstererek bu güçlüğü yeneceğiz.
Madem ki içinde temel etik kavramların geçtiği yargıların geçerliğini denetliyebileceğimiz bir ölçüt yoktur öyleyse bu kavramların çözümlenemez oldukları kabul etmekle işe başlayabiliriz. Buraya değin saltıkçılarla aynı fikirdeyiz. Ama saltıkçılardan farklı olarak etik kavramlarla ilintili bu gerçeği biz açıklayabiliriz. Diyoruz ki bunların çözümlenemez olmalarının gerekçesi sırf sözde-kavramiar olmalarıdır. Bir önermede bir etik simgenin bulunması onun olgusal içeriğine bir şey katmaz. Bunun için eğer bir kimseye 'o parayı çalmakla yanlış bir davranışta bulundun' dersem sadece 'o parayı siz çaldınız' dediğimdekinden daha fazla bir şey söylemiş olmam. Bu eylemin yanlış oldu ğunu eklemekle onunla ilgili fazladan bir şey söylemiş değilimdir. Yalnız ahlaksal açıdan onu onaylamamış olduğumu gösteririm. Özel bir tiksinti edasıyla 'o parayı siz çaldınız!' diye konuşmuş ya da belli ünlem işaretleriyle yazmış gibiyimdir sanki. Eda ya da ünlem işaretleri tümcenin anlamına bir şey katmaz. Yalnız deyiminin konuşmacıda belli duygularla birlikte söylendiğini göstermeye yarar.
Şimdi ilk deyiyi genelleştirip 'para çalmak kötüdür' dersem olgusal anlamı olmayan bir tümce yani ne doğru ne de yanlış olabilecek bir önermeyi dile getirmeyen bir tümce üretirim. Sanki 'para çalmak ha!!!' diye yazmış gibiyimdir. (Burada ünlem işaretinin koyuluğu ve şekliuygun bir uzlaşma yoluyla dile getirilen duygunun özel türde bir ahlaksal kınama olduğunu gösterir.) Doğru ya da yanlış olabilecek herhangi bir şeyin söylenmediği açıkça görülmektedir burada. Hırsızlığın kötülüğü konusunda başka bir kimse benimle aynı fikirde olmayabilir; şu anlamda ki hırsızlık konusunda benim taşıdığım duyguların aynıni taşımayabilir ve ahlaksal duygularımdan ötürü benimle tartışmaya tutuşabilir. Ama doğrusunu söylemek gerekirse benimle çelişkili bir duruma giremez (contradict). Çünkü belli bir eylem tipinin doğru ya da yanlış olduğunu söylemekle herhangi bir olgusal deyi ortaya koymuş olmam giderek düşünce durumumla ilgili bir deyide bulunmuş olmamyalnızca belli ahlaksal duyguları dile getiririm. Benimle açıktan açığa zıtlaşan kişi de yalnız kendi ahlaksal duygularını dile getirir. Bu yüzden hangimizin haklı ve doğru olduğunu sormak açıkça anlamsızdır; çünkü her ikimiz de halis bir önerme ileri sürmüş değilizdir. 'Kötü' simgesiyle ilgili olarak bu söylediklerimiz düzgüsel etik simgelerin tümüne de uygulanabilir. Bunlar kimi zaman sıradan empirik olguları saptayan ayrıca bu olgularla ilgili etik duyguları dile getiren tümcelerde geçerler kimi zaman da her hangi bir olgusal deyi oluşturmaksızın sadece belli eylem tipiyle ya da durumla ilgili etik duyguyu dile getirmekle yetinen tümcelerde geçerler. Ancak genelde etik bir yargıda bulunulduğu söylenebilecek her durumda da ilgili etik sözcüğün işlevi sadece 'duygusal'dır. Belli nesnelerle ilgili bir duyguyu dile getirmek için kullanılmıştır onlar hakkında herhangi bir ileri-sürüşte (assertion) bulunmak için değil.
Etik terimlerin yalnız duyguyu dile getirmek için kullanılmadıklarını belirtmek yerinde olacak. Bunlar duygu uyandırmak ve böylece eyleme çağırmak üzere düşünülüp tasarlanmışlardır da. Daha doğrusu kimileri o şekilde kullanılırlar ki içinde geçtikleri tümcelere buyruk etkisini kazandırırlar. Nitekim 'doğruyu söylemek görevinizdir' tümcesi hem doğrulukla ilgili belli bir tür etik duygunun deyimi hem de 'doğruyu söyle' buyruğunun deyimini içerir ama burada buyruğun tonu fedası daha az ve vurguludur; 'doğruyu söylemek iyi bir şeydir' tüm cesinde ise buyruk nerdeyse bir öneriden farksızdır. Bu yüzden de 'iyi' sözcüğünün 'anlamı' etik kullanımda 'ödev' sözcüğünden ya da '.melisinmalısın' gereklik eklerinden farklılaşmıştır. Gerçekte biz değişik etik sözcüklerin anlamını hem onların genelde dile getirdikleri kabul edilen değişik duygular çerçevesin de hem de yol açtıkları tasarlanıp hesaplanmış olan değişik tepkilerin çerçevesinde tanımlayabiliriz.
Etik yargıların geçerliğini belirlemek için bir ölçüt bulmanın niçin olanaksız olduğunu artık anlamış bulunuyoruz. Bu olanaksızlık etik yargıların sıradan duyu-deneyinden gizemli bir yolla bağımsız olan 'saltık' bir geçerlikleri olmasından dolayı değil her nasıl olursa olsun hiçbir nesnel geçerlikleri olmadığından dolayıdır. Eğer bir tümce hiçbir deyide bulunmuyorsa söylediğinin doğru mu yoksa yanlış mı olduğunu sormanın saçma olacağı meydandadır. Öte yandan sırf ahlaksal yargılan dile getiren tümcelerin bir şey söylemediklerini de görmüştük zaten. Salt duygu deyileridir bunlar ve böyle oldukları için de doğruluk ya da yanlışlık ulamlarına bağlanamazlar. Bir acı çığlığı ya da bir buyruk sözü niçin doğrulanamazsa bunlar da aynı nedenle doğrulanamaz; çünkü halis önermeleri dile getirmezler. Bundan ötürübizim etik kuramımızın haklı olarak köklü bir biçimde öznelci olduğu söylenebilirse de ortadoks öznelci kuramdan önemli bir noktada farklılaşir yine de. Çünkü ortodoks öznelci bizim yaptığımız gibi bir ahlakçının tümcelerinin halis önermeleri dile getirdiğini yadsımaz. Yadsıdığı yalnız bunların bir tek deneysel-olmayan nitelik taşıyan önermeleri dile getirdikleridir. Onun kendi görüşü ise bunlarınkonuşmacının duygularıyla ilişkili önermeleri dile getirdikleri merkezindedir. Böyle oldukları kabul edilmiş olsaydı eiik yargılar da açıkça doğru ya da yanlış olabilirlerdi. Konuşmacı ilgili duygulara sahip olduğunda doğru; sahip olmadığında yanlış olurlardı. Bu da ilkece deneysel yolla doğrulanabilir bir durumdur. Dahası anlamlı bir biçimde birbiriyle çelişebilirlerdi de. Çünkü 'hoşgörü bir erdemdir' dersem ve biri çıkar da 'siz onu onaylamıyorsunuz' derse sıradan öznelci kurama göre benimle çelişkiye düşmüş olurdu; oysa bizim kuramımıza göre düşmezdi; çünkü hoşgörünün bir erdem olduğunu söylemekle ben kendi duygularımla ilgili ya da başka herhangi bir şeyle ilgili bir deyi yapmış olmam. Sadece duygularımı açığa vurmuş olurum; bu da onlara sahip olduğumu söylemekle hiç de aynı şey değildir.
Duygunun deyimi (expression! ile duygunun ileri-sürülüşü (assertion) arasındaki ayrım şu olguyla bulanın Belli bir duyguya sahip olunduğunun ileri sürülüşü çoğun bu duygunun deyimiyle birlikte yürür ve o zaman bu ayrım aslında o duygunun deyiminde bir etken olur. Nitekim aynı anda hem can sıkıntısını dile getirebilirim hem de canımın sıkıldığını söyleyebilirim; böyle bir durumda 'canım sıkılıyor' sözcüklerinin ağzımdan çıkması can sıkıntısını dile getirdiğini ya da açığa vurduğunu söylemeyi doğru kılan durumlardan biridir. Ne var kigerçekten hiçbir şev söylemeksizin de can sıkıntısını dile getirebilirim. Kendisiyle hiçbir bağlantısı bulunmayan bir şey hakkında bir deyi ortaya kovduğum halde ses tonumla ve -el-kol hareketlerimle bir ünlemle ya da tek sözcük çıkarmaksızın can sıkıntısını dile getirebilirim. Bu yüzden belli bir duyguya sahip olunduğunun ileri sürülüşü her zaman bu duygunun deyimini kapsamına alsa bile bu duygunun deyimi o duyguya sahip olunduğunun ileri sürülüşünü kesinkes her zaman içermez. Bizim kuramımızla sıradan öznelci kuram arasındaki ayrım üzerinde dururken göz önünde tutulması gereken önemli bir noktadır bu. Çünkü öznelciler etik deyilerin belli duyguların varlığını gerçekten ileri sürdüğünü kabul ettikleri halde biz etik deyilerin duygunun deyimleri ve uyarıcıları olduklarını bunların da zorunlu olarak herhangibir biçimde ileri sürülmeyi içermediklerini söylüyoruz. Sıradan öznelci kuramın karşısına çıkarılan temel eleştiri daha önce de belirttiğimiz gibi şuydu: etik yargıların geçerliği bu yargıları öne sürenlerin duygularının doğasıyla belirlenmemiştir. Bizim kuramımızın karşılaşmadığı bir eleştiridir bu. Çünkü bir etik yargının geçerliği için duyguların varlığının zorunlu ve yeterli bir koşul olduğunu içermez. Tersine etik yargıların hiçbir geçerliği olmadığını söyler.
Bununla birlikte öznelci kuramlara karşı yöneltilen ama bizim kuramımızın da hedef olmaktan kurtulamadığı ünlü bir çıkarım vardır. Bilindiği gibi Moore şu noktaya işaret etmişti: Etik deyiler sadece konuşmacının duygularıyla ilgili deyiler olsaydı değer sorunları üzerinde tartışma olanağı kalmazdı. Tipik bir örnekle bunu açıklayalım: Bir insan tutumluluğun erdem olduğunu söylerse ve biri de çıkar 'kusurdur o' diye karşılık verirse bu kurama göre birbiriyle tartışmış olmaz bu kişiler. Biri tutumluluğu onayladığını öteki de onaylamadığını' söylemiştir sadece; deyilerin her ikisinin de doğru olmaması için bir neden yoktur. İmdi Moore değer sorunları üzerinde tartıştığımızın açıkça ortada olduğunu düşünüyor ve bu yüzden de üzerinde tartışmaya giriştiği öznelcilik biçiminin yanlış olduğu sonucuna varıyordu.
Değer sorunları üzerinde tartışma olanağının bulunmadığı sonucunun bizim kuramımızdan da çıktığı açıkça görülmektedir. Çünkü bizim kanımıza göre 'tutumluluk bir erdemdir' ile 'tutumluluk bir kusurdur' gibi tümceler hiç de birer önerme dile getirmez; bu nedenle bunların birbiriyle bağdaşmaz önermeleri dile getirdiklerini düşünemeyiz açıkçası. Öyleyse Moore'un çıkarımının sıradan öznelci kuramı gerçekten çürütüyorsa bizim kini de çürüteceğini kabul etmemiz gerekecektir. Ama. aslını ararsanız biz onun sıradan öznelci kuramı çürüttüğünü de kabul etmiyoruz; çünkü bizim düşüncemize göre değer sorunları üzerinde asla tartışma yapılamaz.
İlk bakışta çok aykırı bir sav gibi gelir bu insana. Çünkü değer sorunlarıyla ilgili tartışmalar gibi görülen tartışmalara girişiriz genellikle. Amaböyle durumların tümünde konuya daha yakından baktığımızda tartışmanın gerçekten bir değer sorunuyla ilgili olmadığını; tersine bir olgu sorunuyla ilintili bulunduğunu hemen anlarız. Belli bir eylemin ya da eylem tipinin ahlaksal değeri üzerinde bir kimse bizimle aynı fikirde olmadığı zaman kendi düşünce tarzımıza onu kazanmak için bilindiği gibi kanıtlama yoluna başvururuz. Ama onun ne olduğunu doğru bir şekilde kavramış olduğu bir duruma karşı 'yanlış' etik duygular taşıdığını kendi kanıtlarımızla göstermeye çalışmayız. Asıl göstermeye çalıştığımız şey durumla ilgili olguları yanlış anlamış olduğudur. Sözgelimi eyleyenin güdüsünü yanlış anladığını- eylemin sonuçlarını ya da eyleyenin bilgisine göre olası etkilerini yanlış değerlendirdiğini; eyleyenin içinde bulunduğu özel durumları göz önünde tutmadığını kanıtlamak isteriz. Olmazsa başkaca belli bir tipteki eylemlerin yapmak eğiliminde olduğu etkiler ya da bunların yapılmaları sırasında genellikle kendini açığa vuran nitelikler hakkında daha genel kanıtlar getiririz. Bunu yaparken de bir tek düşünce taşırız: Karşımızdakineempirik olguların doğası konusunda bizim gibi düşünmesini sağlamak ve bunlar karşısında bizim koyduğumuz ahlaksal tavrın tıpkısını benimsetmek.
Tartışmaya giriştiğimiz kimseler genellikle bizimle aynı ahlak eğitiminden geçmiş olduğu ve aynı toplumsal düzen içinde yaşadığı içinbeklentilerimizde genellikle haklı çıkabiliriz. Ama karşımızdaki kişi bizimkinden farklı bir ahlaksal koşullanma sürecinden geçmiş olursa; bu yüzden bütün gerçekleri kabul ettiği zaman bile tartışılmakta olan eylemlerin ahlaksal değeri üzerinde bizimle yine de anlaşamazsa o zaman kanıtlama yoluyla onu kandırmaya çalışmaktan vaz geçeriz. Çarpık ve gelişmemiş bir ahlak duygusu taşıdığı için- kendisiyle tartışılamıyacağını söyleriz; bu da onun bizimkinden ayrı bir değerler kümesine bağlı kaldığı anlamına gelir. Kendi değer dizgemizin daha üstün olduğu düşüncesine varırız ve bu yüzden onunkini böylece karalarız. Ne var ki dizgemizin daha üstün olduğunu tanıtlayabilecek tek bir kanıt da ortaya koyamayız; çünkü bunun böyle olduğuna ilişkin yargımız da bir değer yargısıdır ve böylece tartışma alanının dışına düşmüştür. Olgu sorunlarından ayrı olarak salt değer sorunlarıyla uğraşırsak kanıtlama olanağımızın bulunmadığını görürüz; işin sonunda ağzımızı bozmaya başlamamız bundan dolayıdır.
Kısacası bizim anladığımıza göre ahlaksal sorunlar üzerine tartışma açılması ancak bir değerler dizgesi önceden-varsayılırsa olanak kazanır. Eğer karşımızdaki kişi belli bir (t) tipinde ki tüm eylemlerin ahlaksal kınanmasını dile getirmekte bize katılırsa o zaman (A)nın (t) tipinden olduğunu göstermek için kanıtlar ortaya çıkararak özel bir (A) eylemini ona çürüttürebiliriz. Çünkü (A) nın bu tipe girip girmediği sorunu açıkça bir olgu sorunudur; her insanın da belli ahlaksal ilkelere sahip olduğu kesinlikle bilindiğine göre kendisiyle tutarlı olabilmek için bu adamın belli şeylere belli bir yolda tepki göstermesi gerekir ahlakça. Üzerinde durup tartışmadığımız ve tartışamıyacağımız şey bu ilkelerin geçerliğidir. Kendi duygularımızın ışığı altında biz onları sadece ya beğeniriz ya da çürütürüz.
Ahlaksal konular üzerindeki tartışmaların bu açıklamasının sağlamlığından kuşku duyanlar olabilir elbette; bizim onlara söyleyeceğimiz şu olacaktır: Eğer elinizdeyse bir mantık sorunuyla ilgili ya da empirik olgu sorunuyla ilgili bir kanıtlamaya indirgenmeyen bir değer sorunu üzerine hayali de olsa bir çıkarını yapın da görelim. Ortaya bir tek örnek koyamıyacaklarmdan eminim ben. Eğer öyleyse bu kişiler bundan salt etik kanıtların olanaksızlığının zorunlu bir sonuç olarak çıkarılmış olmasını Moore'un düşündüğü gibi bizim kuramımıza bir karşı-çıkış vesilesi değil daha çok onun lehine bir puan olduğunu kabul etmelidirler.
Kendisini tehdit eder gibi görünen tek eleştiriye karşı kuramımızı berkittikten sonra şimdi artık onu tüm etik araştırmaların doğasını tanımlamak amacıyla kullanabiliriz. Bizim anlayışımıza göre etik felsefesi sadece etik kavramların sözde-kavramlar olduklarını ve bundan ötürü çözümlenemez olduklarını söylemekten ibarettir. Dile getirmek için değişik etik terimler kullandığımız değişik duyguları ve bu duyguların genelde uyandırdığı değişik tepkileri daha derinine incelemek ruhbilimciye düşen bir görevdir. Eğer etik biliminden bir 'doğru' davranış kuralları dizgesinin kotarılması anlatılmak isteniyorsa etik bilimi diye bir şey olamaz. Çünkü daha önce de görmüş olduğumuz gibietik yargılar sadece duygu deyimleri (expressions of feelings) olduklarından herhangi bir etik dizgenin geçerliğini belirlemenin hiçbir olanağı yoktur ve böyle bir dizgenin doğru olup olmadığını sormak da hiçbir anlam taşımaz. Bu bağlamda haklı ve yerinde olarak araştırılması yapılacak tek şey belli bir kişinin ya insan öbeğinin ahlaksal alışkanlıkları nelerdir? Onları bu alışkanlıkları ve duyguları özellikle taşımaya iten neden nedir? diye sormaktır. Ne var ki bu araştırma da tümüyle bugün varolan toplumsal bilimlerin araştırma alanına girer.
O zaman da ortaya şu çıkar: Bir bilgi dalı olarak etik ruhbilimin ya da toplumbilimin bir kesimi olmaktan başka bir şeydeğildir. Bu durumda biri çıkar da 'ahlak sorunlarını çözümleme bilimini (casuistry)' göz ardı ettiğimizi söylerse şöyle diyebiliriz ona da: O bir bilim değildir belli bir ahlaksal dizgenin yapışma ilişkin çözümsel bir incelemedir sadece. Başka bir deyişle biçimsel mantık alanında bir uygulamadır.
Etik bilimini oluşturan ruhbilimsel araştırmalar sürdürülecek olduğunda insan çok geçmeden Kantçı ve hazcı ahlak kuramlarını açıklayabilecek bir duruma gelir. Çünkü ahlaksal davranışın en başta gelen nedenlerinden birinin bir Tanrıyı gücendirmekten dolayı duyulan hem biliçli hem de bilinçsiz korku ile toplumun düşmanlığını üzerine çekmekten dolayı duyulan korku olduğu anlaşılır. Ahlak kurallarının kimi insanların karşısına 'koşulsuz' buyruklar gibi çıkmasının nedeni de budur aslında. Ayrıca bir toplumun ahlak kuralları kodunun kısmen o toplumun kendi mutluluğunun koşullarını ilgilendiren inançlarca belirlenmiş olduğu —ya da başka bir deyişle her toplumun belli bir tipteki davranışı yüreklendirmek ya da ondan caydırmak istediği ve bunu yapmak için bir bütün ' olarak toplumun hoşnutluğunu artırdığına ya da eksilttiğine göre bu davranışı ahlaksal yaptırımlara bağlamış olduğu anlaşılır. Ahlak dizgelerinin çoğunda özgeciliğin övülmesinin bencilliğin yerilmesinin nedeni de budur. Davranış kurallarına ilişkin hazcı ve mutlulukçu kuramlar ahlaklılık ile mutluluk arasındaki bu bağlantının göz önünde tutulmasından çıkar tıpkı Kant'ın ahlak kuramının daha önce açıklanmış bir gerçekten yani ahlaksal davranış kurallarının kimileri için karşı konulmaz buyrukların gücünü taşıdıkları gerçeğinden çıktığı gibi. Bu kuramların her biri ötekinin kökünde yatan gerçeği bilmezlikten geldiği için her ikisi de tek-yanlı olmakla eleştirilebilir; ama tek tek her biri için yapılacak asıl eleştiri bu değildir. Onların kusurları etik duygularımızın nedenlerine ve özniteliklerine işaret eden önermeleri sanki etik kavramların tanımları gibi görmelerinde yatar asıl. Bu yüzden de etik kavramların sözde-kavramlar ve bunun sonucu olarak tanımlanamaz olduklarını kavrayamaz olurlar.