Platon (Eflatun) Kimdir?

  • Konbuyu başlatan josepH
  • Başlangıç tarihi
  • Mesaj 7
  • Görüntüleme 1K
Katılım
10 Haz 2018
Konular
468
Mesajlar
1,976
Çözümler
1
Daha fazla  
Tepkime puanı
1,173
Puanları
2,099
Konum
Türkiye
Cihaz
iPhone 13 pro Max
Platon (Eflatun) Kimdir?



Eflatun (d. M.Ö. 427 - ö. M.Ö. 347) çok önemli bir Antik Yunan filozofudur.




Hayatını geçirdiği Atina’daki ünlü akademiyi kurdu. Asıl adı Aristokles'tir. Geniş omuzları ve atletik yapısı yüzünden, Yunanca Platon (geniş göğüslü) lakabı ile anılmış ve tanınmıştır.

Yirmi yaşından itibaren ölümüne kadar yanından ayrılmadığı Sokrates’in öğrencisi ve Aristoteles’in hocası olmuştur. Atina’da Akademi’nin kurucusudur. Eflatun’un felsefi görüşlerinin üzerinde hala tartışılmaktadır. Eflatun, batı felsefesinin başlangıç noktası ve ilk önemli filozofudur. Antik çağ yunan felsefesinde, Sokrates öncesi filozoflar (ilk filozoflar veya doğa filozofları) daha ziyade materyalist (özdekçi) görüşler üretmişlerdir. Antik felsefenin maddeci öğretisi, atomcu Demokritos ile en yüksek seviyeye erişmiş, buna mukabil düşünceci (idealist) felsefe, Eflatun ile en doruk noktasına ulaşmıştır. Eflatun bir sanatçı ve özellikle edebiyatçı olarak yetiştirilmiş olmasından büyük ölçüde istifade etmiş, kurguladığı düşünsel ürünleri, çok ustaca, ve şiirsel bir anlatımla süsleyerek, asırlar boyu insanları etkilemeyi başarmıştır.




Modern filozoflardan Alfred North Whitehead’e göre Eflatun’dan sonraki bütün batı felsefesi onun eserine düşülmüş dipnotlardan başka bir şey değildir. Görüşleri İslam ve Hıristiyan felsefesine derin etkide bulunmuştur.

Eflatun, eserlerini diyaloglar biçiminde yazmıştır. Diyaloglardaki baş aktör çoğunlukla Sokrates’tir. Sokrates insanlarla görüşlerini tartışır ve onların görüşlerindeki tutarsızlıkları ortaya koyar. Eflatun çoğunlukla görüşlerini Sokrates’in ağzından açıklamıştır.

Eflatun, algıladığımız dış dünyanın esas gerçek olan idealar ya da formlar dünyasının kusurlu kopyaları olduğunu, gerçeğe ancak düşünce ve tahayyül yoluyla ulaşılabileceğini savunmuş, insan ruhunun ölümden sonra beden dışında kalıcı olan idealar dünyasına ulaşacağını söylemiştir. Görüşleri ortaçağda İslam filozofları tarafından korunmuş ve İslam düşünce dünyasındaki Yeni Eflatunculuk akımına neden olmuştur. Rönesans sonrasında Batı Avrupa'da Antik Yunancadan çevirileri yapılmıştır.
 
Platon (Eflatun) Kimdir?

Platon, hiç kuşkusuz felsefe tarihinin en büyük düşünürlerinden biridir. Ardında, etkisi yüzyıllarca süren ve günümüze dek ulaşan büyük bir düşünsel miras bırakmış ve felsefe tarihinin sistematik çağının başlangıcı olmuştur.




Platon, MÖ 427/428 yılı dolaylarında, Atina’da doğdu. Ailesi Atina’nın ileri gelenlerindendi. Çocukluğundan itibaren iyi bir eğitim aldı; sporla, şiirle ve değişik düşünsel disiplinlerle ilgilendi. Erken yaşlarda Sokrates’in öğrencisi oldu ve onun özgün soruşturma yöntemlerinden, felsefi görüşlerinden etkilendi. Gerek ailesinin Atina’daki konumu, gerek kişisel ilgileri nedeniyle gençliğinden itibaren sitedeki siyasi yaşamın bir parçası oldu. O zamanlar Atina, oligarşi taraftarlarıyla demokrasi yanlıları arasında şiddetli çekişmelere sahne olmaktaydı. Yönetimi ellerinde bulunduran ve içlerinde Platon’un akrabalarının da bulunduğu oligarşi yanlıları, zaman zaman aşırı şiddete başvurmakta ve Sokrates’i de suçlarına alet etmeye çalışmaktaydı.Kısa süre sonra demokratlar iktidarı ele geçirince Sokrates, sorumluluğu bulunmayan suçlardan dolayı kovuşturmaya uğradı ve Atina gençliğini sapkın inanışlara davet ettiği gerekçesiyle yargılanarak idam edildi.

Platon, bu sarsıcı olay esnasında henüz düşünsel bakımdan yeni serpilmekte olan bir gençti. Hocasının duruşmalarını ve idam sürecini yakından izledi ve bu şahitliğin, düşünceleri üzerinde derin etkileri oldu. O güne dek Atina’da siyasi bir kariyer yürütmeyi düşünen Platon, hocasının idamından sonra bu isteğinden vazgeçti ve yaşamının sonuna dek kararlı bir demokrasi karşıtı oldu.



Platon bu olaydan sonra kendisini ağırlıklı olarak felsefi meselelere verdi. Bu yıllarda Mısır’a bir seyahat yaptığına ve bu seyahatten çok etkilendiğine ilişkin rivayetler varsa da bunun doğruluğu tartışmalıdır. Ama kırk yaşından önce Güney ‹talya’ya gittiği ve orada yaygın bir bilinirliğe sahip olan Pythagorasçı öğretilerden etkilendiği tartışma götürmez görünmektedir. Yine bu tarihlerde Siraküza Tiranı Dionysos tarafından Sicilya’ya çağırılmış ama yaşadığı anlaşmazlıklar nedeniyle çok geçmeden adayı terk etmek zorunda kalmıştır.

MÖ 387/388 dolaylarında Atina’da Akademia isimli bir okul kurarak felsefe, matematik, geometri, astronomi ve fizik eğitimi vermeye başladı. Bu okul, onun gerek yaşam öyküsünde gerek düşünce dünyasında yeni bir dönemin başlangıcı oldu ve daima Batı düşüncesinin ilk büyük akademisi olarak anıldı. Aristoteles ile olan hoca-öğrenci ilişkisi de bu kurum çatısı altında gelişti. Sicilya’ya düzenlediği ve her seferinde hayal kırıklığıyla sonuçlanan birkaç seyahat bir tarafa bırakılırsa Platon, Akademideki düşünsel etkinliğini MÖ 348 dolaylarındaki ölümüne dek sürdürdü.
 
Platon'un İdealar Kuramı Nedir?

Platon’un ilk dönem eserleri, büyük ölçüde Sokrates’in etkisi altında kaleme alındıkları için bu eserlere Sokratik diyaloglar denir. Bu eserlerin başlıca amacı, erdemi ve alt türlerini kesin tanımlara kavuşturmaktır.




Bu eserlerde Sokrates, aranan tanımın, erdemin değişken görünümlerini değil, değişmez özlüğünü konu edinmesi gerektiğini vurgulamakta ama bu özlüğün ne olduğunu açıkça ortaya koymamaktadır. Platon’un, kendi görüşlerini yansıtmaya başladığı olgunluk dönemi eserlerine bir geçiş olarak kabul edilen Gorgias isimli diyaloguyla birlikte Sokratik diyaloglarda karşımıza çıkan tipik soruşturmaların seyrinde gözle görülür bir değişiklik meydana gelmiştir. Bu diyalogda erdemin ne olduğuna ilişkin ilk kez belirgin ifadelere rastlanmakta ve Sokrates ilk kez bir erdem tanımı vermektedir. Bu yüzden Gorgias, Platon’un Sokrates’in etkisinden sıyrılarak kendi görüşlerini geliştirmeye başladığı bir eser olarak kabul edilir.

Bu belirgin değişikliğin sebebi, Platon’un Güney İtalya’ya yaptığı bir seyahate bağlanır. Pythagorasçılığın etkisindeki bu coğrafyada Platon, Pythagorasçı öğretilerle tanışmış ve bu tanışıklığın düşüncelerinin gelişimine önemli etkileri olmuştur. Platon’un düşüncelerinin bundan sonraki gelişimine iki öğreti damgasını vurmuştur; “İdealar öğretisi” ve “ruhun ölümsüzlüğü öğretisi.” Birbirlerini âdeta bir paranın iki yüzü gibi bütünleyen bu iki öğreti, Platoncu felsefenin de temelini oluştururlar.




O kadar ki Platon’un varlık, bilgi, ahlak ve toplum anlayışının son kertede bu iki öğretiden türediğini söylemek abartı olmaz. Ruhun ölümsüzlüğü öğretisinin büyük ölçüde Pythagorasçıların etkisi altında geliştirildiği açıktır. İdealar öğretisi ise Platon’un kendisinden önceki doğa filozofları arasında yaptığı hayranlık uyandırıcı düşünsel sentezin bir ürünüdür.

Platoncu felsefenin tüm unsurları son kertede iki önemli öğretiye dayandırılabilir; “idealar öğretisi” ve “ruhun ölümsüzlüğü öğretisi.”

İdealar öğretisi, ilk bakışta, Sokratik diyaloglarda sonuçsuz bırakılan erdem tartışmasına bir yanıt olarak geliştirilmiş gibi görünmektedir. Öğretinin bütünlüklü biçimde ilk kez ortaya konduğu eser olan Phaidon’da sözü edilen ideaların adalet, güzellik, iyilik gibi ahlaki kavramlara ilişkin olması (Phaidon, 69ac) bunun bir göstergesidir. Nitekim Platon’un, “idea” ve “eidos” sözcüklerini ilk kez kullandığı eser olan Euthyphron’da (Guthrie, 1995: 114), dindarlığın tanımının dindarca olanın tüm farklı görünümlerinde ortak olan değişmez özü konu edinmesi gerektiği söylenirken bu özlük “idea” ve “eidos” sözcükleriyle anılır (Euthyphron, 6de). Anlaşılan o ki idealar Sokrates’in açık bir yanıt vermediği “Erdemin tanımı, ya da özü nedir?” sorusuna bir yanıt oluşturur ve onun tartışmalarda işaret ettiği tanım özlüğüne karşılık gelirler. Örneğin; tüm cesurca şeylerde ortak olarak bulunan ve onları n hepsini “cesurca” kılan bir cesaret özlüğü vardır ve bu da cesaret ideasından başka bir şey değildir. Platon öncelikle iyilik, güzellik, adalet gibi ahlaki kavramlara ilişkin idealardan söz etse de (Parmenides, 130b; Phaedrus, 250d) sayıların (Phaidon, 101bc), doğal ve sıradan nesnelerin (Timaios, 51b; Sofist, 266b; Parmenides, 130c), hatta insan yapımı şeylerin de ideaları olduğunu söyler (Devlet, 596a 597d; Sofist 265b; Kratylos, 389a). Giderek, evrendeki tüm görünür/duyulur şeylerin bir ideası olduğu sonucuna ulaşır.




Grekçede “biçim”, “form” anlamına gelen ve Platon’un bazen “idea” yerine kullandığı “eidos” sözcüğü, Homeros’ta “görünüm”, “şekil” anlamında (Peters, 1967: 4647), sonraları ise “tür” anlamında kullanılmış, Thukydides savaş türlerinden, Hipokratçılar hastalık türlerinden söz ederken bu sözcüğe başvurmuşlardır (Hardie, 1936: 11). Sözcük geometride ise daha çok soyut “şekil” anlamında kullanılmıştır.

Bu esas üzere Platon’un varlık anlayışı, bütün duyulur/görünür şeylerin, düşüncelerimizin ve kavramlarımızın, duyulur dünyanın ötesinde ve ondan bağımsız bir varlığa sahip bir gerçeklikle idealarla ilişkili olduğu kabulüne dayanır. Örneğin, doğadaki tek tek tikel ağaçlara varlığını veren tek bir ağaç ideası vardır ve bu idea ağaç tikellerinden bağımsız bir varlığa sahiptir. Bu durum, tüm duyulur şeyler için geçerlidir. Ama idealar, duyu organlarımızla kavrayabileceğimiz bir yapıda değildirler, sadece düşünce ile bilinebilir ve kavranabilirler. Platoncu felsefe, duyu organlarımıza hitap eden şeylerin oluşturduğu görünür/duyulur alan ile (aisthetos topos) düşünülür alanı (noetos topos) yani ideaları birbirlerinden kesin biçimde ayırır. Böylece Platon, idealar öğretisinin iki temel kabulünü ortaya koymuş olur; “İdealar vardır” ve “İdealar görünür şeylerden ayrıdır.” Platon ideaların görünür olandan ayrı olduklarını söylese de onlara belli bir yer atfetmemiştir. İdealar zamansal ve mekânsal değildirler ama Platon, bazı eserlerinde ideaların düşünülür bir alanda (Devlet, 508c) ya da göğün ötesinde bir yerde (Phaedrus, 247c) olduklarını söyler. Bu ifadeler mekânsal bir konuma işaret etmekten ziyade ideaların duyulur olanı aştıklarını, sadece düşünceyle kavranabileceklerini metaforik bir dille bildirmeyi amaçlarlar. Yine de düşünceye kolaylık sağlıyor olması nedeniyle kimi Platon yorumcuları bir idealar âleminden söz etmeyi yeğlerler.

İdeler, mükemmel olan varlıklardır. Söz gelişi daire idesi, yani dairenin genel kavramı, kendiliğinden mükemmeldir. Bu ide; çizilen, somut dairelerden sürekli daha mükemmeldir, çünkü somut daireler, daire idesine ancak aşağı yukarı yaklaşabilirler. Aynı şekilde, güzel olan tek şeyler, güzellik idesi karşısında sürekli eksik ve çirkindir ve ancak güzelliğin kendisine az ya da çok yakın olabilirler. Sonuç olarak ideler, aynı zamanda objelerin de ideleridir. Bunun içindir ki bir objeyi bilmek, o objenin idesini bilmek, dolayısıyla da idealini bilmek demektir.




Platon'a göre ideler arasında çok belirli ölçüler bulunduğundan, düzenli bir evreni, yani ideler kozmosunu oluştururlar. Bu ideler sistemi bir piramide benzetilebilir. Bu piramidin tepe noktasında en genel olan "Varlık İdesi" bulunur. Platon ideler sisteminin bu en yüksek idesini "İyi" idesiyle aynılaştırır. Çünkü ona göre, kelimenin tam anlamıyla var olan bir şey, aynı zamanda mükemmel olan, (1) olan şeydir. Mükemmel olan bir şey ise, aynı zamanda iyi olan bir şeydir, ideler evreni düzenli, sistemli bir evrendir, bir kozmostur. Düzeni olan bir şey kaos halinde olana oranla daima daha iyidir. O zaman düzenin olduğu her yerde, aynı zamanda iyilik de bulunur. Bu nedenle düzenli olan ile iyi olanın sınırları bir ve aynıdır. İdeler evreni de mükemmel bir düzene sahip olduğu için, aynı zamanda iyinin de güzelin de evrenidir.

Platon'a göre, ideler evreni cansız, kaskatı ve duran bir evren değildir. Bu evreni Elealıların "Bir"i gibi hareketsiz ve sabit olarak değil, aksine "canlı ve yaratıcı" bir modelleridir ve bu nedenle tek tek objeleri evren olarak algılar. İdeler tüm varlıkların sonu olmayan modelleridir ve bu nedenle tek tek objeleri sürekli etkilerler. Son dönem eserlerinden olan Timalos diyalogunda Platon, maddenin bir hiç olduğunu söyler. Aslında madde her tür özellikten yoksundur. Ona var olandan çok, var olmayan demek daha doğru olur, Platon'un "madde" dediği "boş mekan (uzay) "dır. Nasıl güneş ışıklarını uzaya gönderiyorsa, bunun gibi, ideler evreni de etkilerini boş uzaya gönderir ve eşya bu etkilere göre şekillenir. Platon bu diyalogunda "Demiurg" adını verdiği evrenin bir yaratıcısından söz eder. Bu Tanrı (mimar), bir heykeltıraşın çamurdan şekiller yaratması gibi, eşyaları idelerin modeline göre yaratmıştır. Onun bu Demiurg ile neyi vurgulamak istediği, bunun gerçekten evrenin yaratıcısı bir Tanrı mı, yoksa yalnızca bir sembol ve mitos mu olduğunu tam olarak anlamak güçtür. Platon'da bu gibi durumlara sıkça rastlarız. Onun sanatkâr ve bilgin yanları çok kez biri ötekine karışmıştır. Böyle durumlarda şairliğinin nerede sona erdiğini, bilginliğinin nerede başladığını ayırt etmek genelde olanaksızdır.

Platon'un iki evren ayırımı yaptığında kuşku yoktur. Bir yanda başlangıçsız, sonu olmayan, mükemmel olan bir ideler evreni; öte yanda ölümlü olan, mükemmel olmayan eşyaların oluşturduğu bir evren vardır. Eşya evreninin ideler evreni ile olan ilişkisi, aynen bir şeyin gölgesi ile olan ilişkisi gibidir. Platon bu görüşünü, Politela'daki. ünlü "mağara örneği' ile anlatır: İnsanlar bir mağarada oturan ve arkaları mağaranın kapısına dönük olan tutuklulara benzer. Bu İinsanlar ancak önlerindeki duvarı görürler, mağaranın kapısını göremezler. Mağaranın dışında güneş vardır ve her biri bir şeyler taşımakta olan pek çok insan mağaranın kapısından geçerler. Bu insanların her birinin gölgeleri mağaranın duvarına yansır. Mağara içindeki, yüzleri duvara dönük olan tutuktular ancak bu gölgeleri görürler. Platon'a göre insanın içinde bulunduğu ortamı, bu mağara benzetmesi çok güzel anlatmaktadır.




Biz insanlar gerçek şeyler evreninde değil, gölgeler evreninde yaşam. Ancak yine de biz gerçek bir evrenin de var olduğunu biliriz, hissederiz ve bu gerçek evren ile ilgili az çok bir bilgi sahibiyiz, Böylece Platon'un insan ile ilgili, bir başka deyişle, İnsan ruhu ile ilgili görüşlerine ulaşmış bulunuyoruz. İnsan ya da insan ruhu, başlangıçsız ve sonu olmayan ideler evreni ile ölümlü olan eşya evreni arasında bulunur. Ancak insan, idelerin var olduğunu acaba nereden biliyor? Platon bu sorunun yanıtını çeşitli örnekler üzerinde araştırın Söz gelişi karşımda duran bir objeyi güzel buluyorum. Acaba daha önceden güzelliğin ne olduğunu bilmeseydim, şimdi onu, yani güzeli, tanıyabilir miydim? Şayet bende bir güzellik ideali bulunmasaydı ve karşımda duran bu objeyi bu ideale göre ölçmeseydim, onun güzel olduğunu kavrayabilir miydim? Tek tek eşyanın güzel olduğunu kavrayabilmem için mutlaka güzelin ne olduğunu daha önceden bilmem gerekir. Karşımdaki obje bende güzellik düşüncesi uyandırabilir. Fakat bunun için, benim daha önceden, uyku durumunda bile olsa, güzellik idesini tanımam gerekir. İki objenin bir birine eşit olduğunu, birbirine benzediğini ya da birbirinden farklı olduğunu söyleyebilirim. Acaba bu "eşitliği, benzerliği ve farklılığı" objeleri gördüğüm gibi görebilir miyim? Kuşkusuz göremem, bunları yalnızca bilirim. Ancak bu iki objenin eşit, benzer ya da farklı olduklarını kavrayabilmek daha önceden eşitlik, benzerlik ya da farklılık konusunda bir fikre sahip olmam gerekir. Bu tür bilgiler dışımızdaki objeler tarafından uyarılabilirler, fakat bunların zihnimizde canlandırılabilmesi için, bizde önceden var olmaları gerekir. Sonra objeleri (2) ya da (10) diye sayarım. Sayabilmek için de önceden (2)'nin ve (10Yun ne olduğunu bilmem gerekir. Şayet bende önceden sayılar ile ilgili bir imaj bulunmasaydı, saymama imkan olmazdı. Sonuç olarak her türden bilme, bende bilinç dışında bile olsa, birtakım bilgilerin var olmasını şart koşuyor. Güzelin ve çirkinin, iyinin ve kötünün ne olduklarını bilmeseydim, bir değer yargısında bulunamazdım. benzerliği, farklılığı bilmeseydim, karşılaştırma yapamazdım. (2)'nin ve (10)'un ne olduğunu bilmeseydim sayamazdım. Böylece her türden bilgi için belli kavramların içeriği konusunda önceden bilinçdışı da olsa bir bilgiye sahip olmamız gerekir. Çünkü bilgide algıladığımıza başka bir şey ekleniyor. Bu eklenen şey, bizim kendimizde taşıdığımız şeydir.

Platon, doğuştan getirdiğimiz bilgiyi, doğuştan bilgiyi bilgi problemine temel yapan ilk düşünürdür. Platon'a göre doğuştan bilgi vardır. Şayet bu tür bilgilerimiz olmasaydı, bilgi de olmazdı. Platoncuların bugüne bu doğuştan bilgi konusu, felsefe tarihinde sürekli tartışılmıştır. Bu konuda farklı iki eğilim daha vardır: Bilgiyi yalnızca algılardan ibaret sayanlar, algılanana ya da deneye bir de doğuştan olan şeyleri ekleyenler.

İde varsayımı Platon'un sağlığında tartışmaya neden olmuştur. Bu varsayıma o zaman en çok karşı çıkanlardan biri de Kynikler Okulunun kurucusu Antisthenes'tir. Ona göre, ancak bireysel olan, gerçek bir varlığa sahip olabilir. Söz gelişi tek daire gerçekte vardır, fakat daire idesi yoktur. Genel kavramlar, birbirine benzeyen objelere bir ad koyma sonucu oluşur. Söz gelişi çeşitli atlar, bir şekilde birbirine benzediği için biz bunlara "at" adını veririz ve sonra da bu adın varlığı olan genel bir kavram olduğu düşüncesine kapılırız. Platon'un genel kavramların varlığını kabul etmesine karşın Antisthenes, bunların isimden başka bir şey olmadığını savunmakla, tam bir nominalist olur. Nominalizm "genel"i, dilin bir yaratması olarak kabul eder. Oysa Platon'a göre genel kavramlar reel birer varlık olarak vardır ve bunlar ayrı bir evreni, "ideler evreni"ni oluşturur.

İde varsayımı, Platon'u iki ayrı evreni kabul etmek zorunda bırakmıştır. Bir yanda mükemmel olan ve eşyanın ideallerini oluşturan başlangıçsız, sonu olmayan idelerin evreni vardır; öte yanda eksik ve gelip geçici olan eşya evreni bulunur. Bu iki evren ayırımı klâsik açıklamasını Platon'un "mağara benzetmesi"nde bulur. İdeler, eşyanın yalnızca asıl modelleri olmayıp aynı zamanda yaratıcı gücüdür de. İdelerden boş uzayın içine giren etkili ışınlar, maddeye bir biçim kazandırır. Ancak eşyanın idealleri olan idelerle tek tek eşya arasında insan ruhu bulunur. İnsan doğarken, hiç olmazsa belirli ideler ile ilgili bazı bilgileri dünyaya beraberinde getirmiş olmalıdır. Bilgi; insanın sahip olduğu bir olanaktan yararlanması, yani bir zamanlar seyrettiği idelerin kendisinde yeniden uyanması, hatırlanmasıdır. İnsanda gerçekten doğuştan bir bilgi vardır. Bu bilgi önce bilinçdışıdır, sonra çeşitli etkilerle bilince çıkabilir. Bundan, Platon'un ruhun önceden var olduğunu benimsediği sonucu çıkıyor. Çünkü mademki, biz bazı ideleri hatırlayabiliyoruz, o halde bu bilgilerin bundan önceki bir yaşamımızda elde edilmiş olmaları gerekir. Ruh, ideler evreninde yaşamış ve idelerin pek çoğunu görmüş, seyretmiş olmalıdır. Ancak ruh biz doğmadan varsa; bu durumda onun biz öldükten sonra da var olacağını düşünebiliriz demektir. Bu dünyada bir beden içinde tutuklu bulunan ruh ideler evreninde yaşarken, bedenden tam anlamıyla bağımsızdı ve bu nedenle asıl gerçekleri o zaman tam olarak görebiliyordu. Bu yüzden ruh beden zindanından kurtulup yeniden saf ruh durumuna dönebilmek için hiç tükenmeyen ve sonu olmayan bir hasret içindedir.




Ruh varsayımı, Platon'un "devlet" konusundaki görüşleriyle sıkıdan sıkıya ilgilidir. Kyrene Okulu ile Kynikler Okulunun açık olarak, indüvidualist olduklarını biliyoruz. Bu Sokratesçi okullar yalnızca birtakım insanı, yani "birey"i esas alır ve bunun için insana kendisini devletten, toplumdan uzak tutmasını, her şeyden önce kendisini koruyup, kollamasını salık verir, Platon bu görüşe karşıdır. Platon'a göre 'insan sosyal bir hayvandır." Sonradan öğrencisi Aristoteles tarafından şekillendirilen bu görüşe göre insan; öteki insanlar ile birlikte yaşamak ve toplum oluşturmak zorundadır. Platon daha da ileri giderek, insanın ancak sınırları içinde yaşadığı devlet ile tanımlanabileceğini savunur. İnsanın esası ve insanın amacı; ancak içinde yaşadığı sosyal bütün ile kavranabilir. Tıpkı, bir ağacın yaprağının anlamını, ağacı kavramışsak anlayabileceğimiz gibi.
 
Platon'un Bilgi Anlayışı

"Bilgi nedir?" sorusu, Sokrates'in bağlı olduğu tüm okullarda önemli etkinliğe sahiptir.




Platon bilgi konusunu özellikle Theaitetos adlı diyalogunda de alır. Diyalog önce Aristippos'un bilgi konusundaki sensualist anlayışını inceleyerek işe başlar. Aristippos'a göre bilgilerimizi duyumlar oluşturur. O halde bilgi; görmek, duymak, koklamaktan ibarettir. Buna karşı Platon, şayet bu görüş doğru olsaydı, yani bilgi yalnızca algıların bildirdiklerinden başka bir şey olmasaydı, o zaman "insan her şeyin ölçüsüdür" diyen Protagoras haklı olurdu, diyor. Bu durumda objektif bir bilgi olamazdı, çünkü algılarımız görelidir; bu nedenle aynı suyun bir ele sıcak öteki ele soğuk gelmesi, aynı şarabın birisine ekşi öteki birine tatlı gelmesi cinsinden güvenilir olmayan bir bilgiye sahip olacaktık. Bunun içindir ki algıların oluşturduğu bilgilerle kesin bir yargıda bulunamazdık. Bu tür bilgilerde "bana öyle geliyor" demekten öte gidemezdik. Çünkü bana öyle gelen bir şey bir başkasına farklı görünebilecektir. Ayrıca Platon'a göre bilginin bu sensualist yorumunda yalnızca Protagoras değil, aynı zamanda Herakleitos da haklı olacaktır. Çünkü Herakleitos'a göre evren sürekli değişmektedir, evrende sabit bir şey yoktur. Algılarımız bize sürekli hareket eden, içinde hiçbir şeyin düzenli ve sürekli olmadığı, her şeyin yok olduğu ve de var olduğu bir evreni bildirmek durumundadır. O halde duyumlarımla elde ettiğim bir şey ile ilgili olarak "bu şudur" diye kesin bir yargıda bulunamam. Ancak, "bu şey bana göre ve şu anda böyledir" diyebilirim. Çünkü bu şey bir başkası için aynı anda başka türlü olabilir.




Şayet bilgilerimiz gerçekten yalnızca bizim algılarımıza dayansaydı, o zaman objektif ve sürekli bir bilgi olamazdı. Fakat Platon'a göre gerçek bilgi, ancak objektif olan bilgidir ve böyle bir bilgi vardır. Yalnız göreli, sübjektif ve sürekli değişme durumunda olan bir bilginin değil, aynı zamanda objektif bir bilginin de var olduğunu anlamak için, yalnızca matematiksel objelere dikkat etmek yeterli olur. Söz gelişi "2x2=4" ya da "bir üçgenin iç açılan toplamı iki dik açıya eşittir" şeklindeki matematiksel gerçekleri ele alalım: Bunlar genel olarak geçerli olan, kişiye ve zamana göre değişmeyen, herkes ve her an için doğru olan birtakım bilgilerdir. Bu gerçekler, önce var olan ve sonra yok olan objelere ait bilgiler de değildir. Matematiğin konusu olan objeler yer ve zamandan soyutlanmış öncesiz ve sonlu olmayan objelerdir. Söz gelişi 2 ve 4 sayıları herhangi bir yerde ve zamanda var olan ve sonra da yok olacak objeler olmayıp öncesiz ve sonlu olmayandır ve birbiriyle öncesiz ve sonlu olmayan bir ilişki içindedir. Ancak, söz gelişi bir değnek ile kum üzerine çizdiğim bir üçgen, kuşkusuz, var olmuş ve yok olacak objelerdir. Aynı şekilde bir kâğıda çizdiğim daire de böyledir. Ancak, matematikçinin incelediği, bu türden tek tek şeyler değildir. O, genellikle üçgen ve daireden söz eder. Benim şu anda çizdiğim bir daire, tam ve gerçek bir daire olmayıp ancak gerçek daireye bir ölçüye kadar yaklaşmış bir dairedir. Bunun için matematikçinin öne sürdüğü bir varsayım, benim bu dairem için yalnızca yaklaşık olarak geçerli olabilir. Ya da Platon'un deyişiyle: Çizdiğimiz şekil ancak matematikçinin "daire idesi"ne katıldığı ölçüde bir dairedir.

Bunun içindir ki Sokrates'in öteki iki öğrencisine, Aristippos ve Antisthenes'e bir kez daha kulak verelim: Aristippos'a göre bilgi duyumlarla kazanılan algılardan başkası değildir. Aynı şekilde Antisthenes için de objelere ait bilgilerimizde algılardan hareket ederiz. Yalnız, ona göre bilgi, objeleri elemanlarına ayırmaktır ve bir objeyi son elemanına ayırınca artık bilgiden söz edilemez, bundan öte gidilemez. Oysa Platon'a göre gerçek bilgi, tam Antisthenes'in bilgide bundan öte gidilemez dediği yerde başlar. Bir objeyi. bilmek için sorulacak iki soru "bu nedir?" sorusudur. Bu soruya bir cevap vermek, bu objeyi bir kavrama dahil etmek demektir. Söz gelişi bu insandır, bu attır gibi. O halde bilgi, karşımızdaki objelerle ilgili yargıda bulunmaktır. Yargıda belli bir objeyi. genel bir kavram içine koyarız. Platon'a göre bilgi, her şeyden önce, genel (tümel) kavramlar oluşturmak demektir. Algılarımız bize yalnızca tek tek objeleri gösterir, fakat algı karşısında düşünce yardımıyla bu tek tek objeler genel bir kavram içinde toplanır. Söz gelişi bu sıcaktır, bu soğuktur, bu insandır derken, bu yargılarda karşımıza çıkan objeleri belli kavramlara dahil etmiş oluruz. "Bu insandır" dediğimiz zaman, "bu"yu "insan" kavramı içine koymuş oluruz. Bu gibi genel kavramları düşünmeden hiçbir bilgi oluşmaz, her bilgi zorunlu olarak genel kavramları düşünmek demektir. İnsan hayvandan fazla olarak düşünme yeteneğine, yeni kavramlar oluşturma yeteneğine sahiptir. Sonuç olarak bilgide ilk adım genel kavramları oluşturmaktır. Bilgide atılan ikinci adımı ise, genel kavramlar arasındaki ilişkileri belirlemektir. (2) tahta parçası (4) tahta parçası olabilir, fakat bunları birleştirip (1) tahta parçası da yapabiliriz. Bunları bölerek çok sayıda tahta parçaları da yapabilirim. Ya da (2) sayısı hiçbir zaman (2) rakamından başka bir şey olamaz. Bu (2) sayısı, söz gelişi (4) rakamı ile hiç değişmeyen, öncesiz ve sonrasız bir ilişkiye sahiptir. Aynı şekilde sıcak olan belli sayıdaki obje bir süre sonra soğuyabilir.




Ancak sıcaklığın kendisi ile soğukluğun kendisi arasında hiç değişmeyen, sabit ve belli bir ölçü vardır. Platon'un doğadan seçtiği bir örnek ile görüşünü nasıl açıkladığını görelim: Phaidon diyalogunun sonunda Platon kendisinden önceki tabiat felsefesinin bir eleştirisini yapar. Söz gelişi kar ateş ile karşılaşınca neden erir? Şimdiye kadarki tabiat filozofları bu olayı ateşten çıkan atomların kar atomların arasına girerek onları birbirinden ayırması, bunun sonucu karın sulanması biçiminde açıklamışlardı. Oysa Platon için bu açıklama anlamsızdır. Çünkü öncelikle kar ve ateşin ne olduğunun açıklanması gerekir. Böylelikle karın yapısının soğuk olduğu, yani soğuk kavramına dahil edilen bir obje olduğu, ateşin de yapısı gereği sıcak olduğu ve sıcak kavramına dahil bir obje olduğu anlaşılır. Bundan başka bir de bu iki obje, yani sıcaklık ile soğukluk arasındaki ilişkiyi araştırırsak, bunların biri öteki ile anlaşamayan, biri ötekini dışlayan iki obje olduklarını görürüz. Sonuç olarak; biri ötekini dışlayan, yapısı gereği soğuk olan kar ile yapısı gereği sıcak olan ateşin yan yana gelemeyeceği bilgisine varırız. Eflâturı bu örneği, bir doğa olayının, kendi anladığı anlamda nasıl açıklanması gerektiğini göstermek için vermiştir. Bu örnekte de görüleceği gibi, önce tek tek olaylardan hareket edilerek, yavaş yavaş genel kavramlar olan idelere yükseliriz. Ancak ideler arasındaki bu ölçüler tek olay için de aynen geçerlidir. Yani tek olay idelere katıldığı ölçüde, bunların arasındaki oranları taşır. Phaidon diyalogundan, başka bir örnek daha alarak incelemeyi sürdürelim; Bu diyalogda Platon'u çok ilgilendiren "ruhun ölmezliği" konusu işlenir. Bu konuyu kanıtlamak için özellikle şu önemli fikir ileri sürülür. "Ruh nedir?" sorusuna yanıt olarak "Ruh yaşamın ilkesidir" denilir. Beden ancak ruha sahip olması, ruh tarafından canlandırılması durumunda yaşayabilir. O halde ruh ve yaşam biri ötekinden ayrılmaz, biri ötekine bağlı kavramlardır. Bazı idelerin biri ötekini dışlar, söz gelişi sıcaklık ve soğukluk ideleri gibi. Bazı ideler ise ayrılmaz biçimde biri ötekine bağlıdır. Yaşam ruh ideleri böyledir, işte bundan da ruhun daima bir yaşama sahip olduğu, hiçbir zaman ölmeyeceği sonucu çıkar.

Görüldüğü gibi Platon için bilmek, her alanda tek tek olaylardan hareket ederek idelere yükselmek ve ideler arasındaki değişmeyen ölçüleri bulmaktan ibarettir. Bu ideler başlangıçsız ve sonu olmayandır, ne meydana getirilmiştir ve ne de yok olurlar. İki tahta parçası meydana gelebilir ve bir süre sonra da yok olabilir. Fakat (2) ve (4) sayıları meydana da gelmemiştir, yok da olmayacaktır. Bunlar başlangıcı ve sonu olmayan, yani düşünülen varlıklardır. Çizdiğim bir daireyi biraz sonra silebilirim, fakat daire idesini yok etmeye olanak yoktur; bu daire idesi, yapısı gereği başlangıçsız ve sonu olmayandır. İdeler aralarında belli ölçülere sahip olduklarından, belli bir düzeni bulunan bu evrene, yani ideler evrenine yaşam verirler. Platon özellikle yaşamının son yıllarında, sayılar evrenini ideler evrenine gerçek bir model olarak seçmiştir, o kadar ki ideleri sayı olarak anlamaya yönelmiştir. Sonuç olarak Platon'a göre bilmek, ideler evrenini ve bu evrende hüküm süren yasaları tanımaktır. Duyular evrenini de ancak ideler evrenine katıldığı ölçüde bilmek mümkündür. Biz bir objeyi, kendisinde, idesinin varoluşu ölçüsünde biliriz. Çizdiğim bir daire tam ve mükemmel olmayan, daire idesine ancak bir ölçüde yaklaşan bir dairedir. Aynı şekilde, algıladığım tek ve somut at da tam ve mükemmel olmaktan uzak olan ve pek çok eksiklikleri olan bir attır. Oysa at idesi mükemmeldir, eksiksizdir ve bu açıdan tek atın aynı zamanda idealidir. Tüm yaşayan atlar için bir mükemmellik modeli olan bu ideye, tek at az ya da çok yaklaşır. Böylece Platon için ide, aynı zamanda eşyanın da idesi oluyor. Tek eşya, bu idelere göre, az ya da çok mükemmel olan biçimler kazanır. Ayrıca ideler insanların isteklerine göre düşünüp bulduğu şeyler de değildir. İdeler kendiliğinden vardır. Sonuç olarak Platon için iki evren vardır ve bu iki evren gerçek evrendir. Bu iki evrenden biri: Sürekli var olan ve yok olan, algılanabilen, tek tek objelerin sürekli değişmek zorunda olduğu evren; ötekisi başlangıcı ve sonu olmayan idelerin ya da ideallerin evreni.




Bu noktada Platon özellikle Aristippos ve Antisthenes ile tam bir karşıtlık içindedir. Antisthenes Platon'a karşı çıkarak idelerin insan düşüncesinin buluşlarından başka bir şey olmadıklarını savunur. Platon'un ideleri reel saymasına da karşıdır ve Antisthenes ideleri yalnızca bir "ad"dan ibaret sayar, bunların ayrıca bir realiteye sahip olduklarını reddeder. Söz gelişi tüm tavşanlar birbirine benzer ve bu nedenle biz bunları aynı "ad" ile anarız. Antisthenes'e göre ayrıca bir "tavşan" idesi yoktur, yalnızca bir "tavşan" kelimesi vardır, bu kelimeyi aynı cinsten olan tüm hayvanlar için isim olarak kullanırız. Antisthenes'in bu görüşüne "nominalizm" (isimcilik, adcılık) denir. Nominalizmin ana fikri, idelerin birbirine benzeyen canlılara ve eşyaya verilen adlardan, kelimelerden ibaret olduklarıdır. Oysa Platon'a göre ideler birer kelime olmayıp reel bir varlığa sahip olan gerçeklerdir. Biz ideleri düşünceyle görür ve kavrarız. İdelerin görünüp kavranması, bilginin temelini oluşturur. Aynı şekilde bilgilerimizin ana konusu idelerdir. Tek objeler evreni, ancak idelerin bir kopyası olması yönünden bilinmeye, bilgimizin konusu olmaya layıktır.

Biz objeyi nasıl biliriz? Bilginin esası nedir? Platon'a göre bilgi öncelikle "obje nedir?" sorusuna cevap verir. Bilgi öncelikle algıdan hareket eder, fakat algılananda kalmaz daha ileri giderek kavrama ulaşılır. "Bu bir insandır", "bu bir tebeşirdir" derken, algıladığım şeyleri bir kavram içinde toplamış olurum. "Bu bir dairedir" dediğimde, karşımdaki kişi algıladığım objeyi genel daire kavramına katıyor demektir. Fakat bilginin tam olarak oluşması için bundan sonra atılacak bir adım daha vardır: Kavramlar arasındaki ölçüleri kurmak. Söz gelişi (2) ve (4) kavramları arasında çok belirli bir ölçü vardır ve bu ölçüyü biz (2x2=4) bilgisi ile dile getiririz. Sonra sıcaklık ve soğukluk kavramları arasında da çok belirli bir ölçü vardır: Sıcaklık ve soğukluk biri ötekini dışlayan kavramlardır. Aynı şekilde yaşam ve ruh kavramları arasında çok belirli bir ölçü vardır; bu iki kavramdan biri ötekini çeker, çünkü ruh mutlaka yaşama sahip bir varlıkta bulunur. Duyumlarımıza konu olan objeler sürekli bir değişim içindedir.




Buna karşılık tümel kavramlar başlangıçsız ve sonu olmayan bir evreni oluştururlar. Bu evren ne meydana getirilmiştir ne de yok olacaktır. Genel kavramlar evreninde, aynı zamanda, son derece belirli ölçüler, bir başka deyişle, başlangıçsız ve sonu olmayan bir düzen geçerlidir. Genel kavramlar düzenli bir sistem oluştururlar ve bu sistemde her kavramın ötekine olan ölçüsü son derece kesin ve açıktır. Platon işte bu genel kavramlara "ideler" adını verir. İdeler arasındaki bu belirli ölçülerden bir düzen doğduğu için, bir "ideler kosmosu"nun var olduğundan söz eder.

Bakınız:

- Platon'un idealar kuramı

Platoncu düzende ruhun bir başka önemli işlevi daha vardır ki bu işlev varlık sorununu bilgi sorununa bağlar. Şöyle ki Platon, ruhumuzda doğuştan bilgilerin bulunduğunu ve bu bilgilerin dış dünyadan elde edilmiş olamayacaklarını çünkü dış dünyanın böyle bir içeriğe sahip olmadığını savunur. Değişken yapıdaki duyulur dünya, hiçbir değişmez özlük taşımaz ve bize her seferinde çoklu görünümler sunar ama bizler dış dünyadaki değişime ve çokluğa rağmen, şeyleri değişmez özlükler olarak bir teklik temelinde algılarız. Örneğin yeryüzünde birçok farklı ağaç olmasına rağmen, aklımız bize tüm bu ağaçların tek bir ortak öz (ousia) taşıdıklarını, hepsine birden ağaç dememizin sebebinin bu ortak öz olduğunu, bu özün ağaçtan ağaca ve zaman içinde değişmediğini söyler.




Yukarıda da ifade edildiği gibi bu öz idealardan başka bir şey değildir. Görünür/duyulur evrende hiçbir şey kararı nda kalmayıp değiştiğine göre bizdeki bu değişmez öz ya da idea düşüncesi nereden gelmektedir? Ruhun bu tür bir içeriği elde edebilmesi için, bu dünyadan önce de bir yaşamı olması ve ideanın bilgisini orada edinmiş olması gerekir. Hâl böyle olunca öğrenme denen şey, ruhta zaten mevcut bulunan bir içeriğin açığa çıkarılmasından, anımsanmasından başka bir şey değildir. Bu kabul, bizi Platon’un bilgi anlayışının en temel yargısına vardırır; “Bilgi anımsamadır (anamnesis)”

Platon’un bilgi anlayışı, zaten önceden edinilmiş olan ve ruhta saklı bulunan bilgilerin açığa çıkarılması, anımsanması esasına dayanır.




Platon bu önemli kuramı açık biçimde ilk kez Menon diyalogunda işlemiştir. Diyalog, Sokratesik dönem eserler gibi tipik bir tanım tartışmasıyla başlar. Erdemin herhangi bir alt türü değil, bizzat kendisi araştırılmaktadır. Tartışma, başından itibaren erdemin öğretilip öğretilemeyeceğini belirlemek sorunuyla paralel ilerler. Eğer erdem öğretilebilirse bir bilgi olmalıdır. Bu da konuşmayı “Erdem nedir?” sorusundan “Bilgi nedir?” sorusuna yöneltir. Sofistlere göre değil erdemi, hiçbir şeyi öğretmek ya da öğrenmek mümkün değildir. Çünkü insan, bildiği bir şeyi araştırmaz. Bilmediği bir şeyi ise neyi araştıracağını bilemeyeceği için araştıramaz. Bu durumda tek çıkış yolu, insanın ancak kısmen bilip kısmen bilmediği, yani bilip de bildiğini bilmediği, bildiğinin farkında olmadığı şeyi öğrenmesinin mümkün olduğunu kabul etmektir (Arslan, 2008: 305). Böylece Platon, Menon’daki o meşhur tanımı verir; “Bilgi, zaten önceden bilinen bir şeyin anımsanmasıdır”. Öğrenmenin ve bilmenin mümkün olduğu da bir anlamda kanıtlanmış olmaktadır. Çünkü insan, Sofistlerin iddia ettiği gibi hiç bilmediği bir şeyi değil, zaten önceden bildiği bir şeyi araştırmaktadır.

Platon’un bilgi bahsini ele aldığı bir diğer önemli diyalog olan Theaetetos’ta bilginin, algı ya da duyum olmadığı çünkü algının ve duyumun kişiden kişiye değiştiği iddia edilir. Bilgi, şeyler hakkında edinilmiş doğru kanaatlerin de ötesindedir. Bu kanaatlerimiz doğru kanıtlara dayandırılmış olsalar bile, bu durum, kesin bilgi (episteme) için yeterli bir temel sağlamaz. Çünkü bütün bu durumlarda duyulur şeyler temelinde kalınmaktadır. ‹nsan, bilgisini duyulur olanın ötesine, idealara dayandırmadığı sürece kesin bir bilgi elde etmiş olmaz. Demek ki kesin bilgi (episteme) ideanın bilgisidir ve bu da insanın zaten doğumundan önce edinmiş olduğu ama anımsamaya muhtaç bulunduğu bilgidir. Peki insan bu bilgiyi nasıl anımsayacaktır?

Ne duyu, ne algı, ne doğru sanı ya da kanaat, ne de kanıtlanmış doğru sanı kesin bilgi için yeterli zemini sağlar. Kesin bilgi ancak idealara erişilerek mümkündür.
 
Platon'un Toplum ve Site Düzeni Anlayışı

Yunanlılar, insanı özünde toplumsal bir varlık olarak görmekte site işlerinden ayrı duran insanların eksik olacaklarına inanmaktaydılar (Copleston, 1995:100).




Platon da bu bakımından diğerlerinden farklı bir noktada değildi. O da insanı, toplumsal bir varlık olarak görmekte, insanın iyiliğinin, mutluluğunun ve erdemliliğinin tek başına değil, ancak site içinde siteyle birlikte sağlanabileceğine inanmaktaydı. İnsanın bireysel mutluluğu diye bir şeyden söz edilemezdi, insan ancak mutlu bir sitenin yurttaşı olmakla mutlu kılınabilirdi. Bu da hiç kuşkusuz sitenin bir bütün olarak ahlaki bir düzene kavuşturulmasıyla sağlanabilirdi.

Platon’un site düzeni anlayışı, var olan tüm site düzenlerinin bozuk olduğu ve bu bozukluğun nedeninin, “iyi”, “doğru” ve “güzel” denen üç yüksek değerin bu sitelerde eksik olduğu kabulüne dayanır. Platon’un toplum ve siyaset anlayışı, bu üç değerin toplum ve site düzenine dayanak kılınması esasına dayanır ve bu özelliğiyle siyasi olmaktan çok, ahlaki bir görünüm sergiler (Soykan, 1998: 81). O hâlde ideal site düzeni, ancak yurttaşların ruhlarının ahlaki yüksekliğe erişmeleriyle sağlanabilecektir. Bu yüzden Platon, yönlü bir çabayla bireyin ve toplumun düzenini birlikte sağlamaya girişmiştir.




Platon’a göre her toplum ve site düzeni, insanın, ihtiyaçlarını tek başına karşılayamaması nedeniyle ortaya çıkan iş bölümü gereksiniminden doğar. Devlet’te, toplum ve site düzeninin ortaya çıkışı anlatılırken önce insanın yiyecek, barınma ve giyecek ihtiyaçlarını karşılayacak olan kişilerden söz edilir. Böylece kimileri çiftçi, kimileri dokumacı olur ve toplumdaki ilk mesleki yapılanmalar oluşur. Bunların mesleklerini icra etmek için ihtiyaç duydukları aletleri dülger, çilingir gibi zanaatkârlar yapacak, başka şehirlerden öte beri getiren ve oralara mal götüren tüccarlar, denizciler, satıcılar, ikincil ihtiyaçların karşılanması için sanatçılar, çalgıcılar, berberler, hizmetçiler ortaya çıkacak ve böylece zanaatkâr sınıf oluşmuş olacaktır (Devlet, 369d-373d). Site kalabalıklaşıp toprakları yetmez olunca komşularınınkini ele geçirmek isteyecek, bu yüzden her site kendisini savunmak için belli sayıda asker beslemek zorunda kalacaktır ve böylece asker sınıf doğmuş olacaktır (Devlet, 373d-374e). Bu iki sınıf dışında, bir de sitenin idare ve düzeninden sorumlu olan yönetici sınıf bulunacaktır (Devlet, 412b-d). Böylece toplumu ve siteyi meydana getiren üç toplumsal sınıf ortaya çıkmış olur. Erdemli, doğru ve adil bir site, bu üç sınıfın doğru biçimde konumlanmasıyla sağlanabilecektir.




Ruhta ve evrende olduğu gibi, sitede de her parçanın kendine has, tek ve doğal bir konumu vardır. Parçalar, doğal yapılarına uygun konumlandıklarında düzen sağlanmış olur. Bu da siteyi erdemli, doğru ve adil kılar. Bu parçalar, kendi doğal konumlarında bulunmakla aynı zamanda diğer parçalarla da yaşamsal bir uyum sağlamış olurlar. Platon, bu düşünceyi daha açık kılmak için, ideal siteyi, bir insan vücuduna benzetmektedir. Site düzenini meydana getiren farklı toplumsal sınıflar, tıpkı bir bedenin farklı organları gibi birbirlerinin çıkarlarına hizmet etmek zorundadırlar. Çünkü birindeki arıza diğerlerini de etkileyecektir (Devlet, 462b). Nasıl ki bir bedenin herhangi bir parçasının sağlıksızlığı bütün bedeni sağlıksız kılıyorsa toplumda ya da sitede de tek bir toplumsal sınıfın mutluluğundan söz edilemez. Site hep birlikte gelişip düzene kavuşmalıdır. Ancak bu sayede, her sosyal sınıf, doğanın verdiği mutluluk payını alabilir (Devlet, 421c).

Platon, erdemi, doğruluğu ve adaleti de yine bu bağlamda ele almaktadır. Adalet ve doğruluk, parçalardan oluşan bir yapının her parçasının doğal görevini yapmasıdır. Örneğin, yönetici sınıf olan filozofların doğalarında yönetmek vardır. Bu yüzden, yönetimin filozofa verilmediği bir sitenin adil olmasından söz edilemez. Örneğin, koruyucuların ağır talimler yapması, dışarıdan bakan birine sıkıntılı görünebilir ama asker sınıfın doğası bu talimleri gerektirdiği için, bu sınıfın mutlu olması, bu talimleri yapmasına bağlıdır (Devlet, 420b-d).

O hâlde, Platon’a göre erdem, sadece insan ruhunun parçalarının olmaları gerektiği yerde olmalarından ibaret değildir. Bir insanın erdemli olması, aynı zamanda, site düzeni içinde doğru biçimde konumlanmış olmasına bağlıdır. Platon, insanı hiçbir zaman sitedeki konumundan, sitede görmekte olduğu meslekten yalıtarak tek başına ele almamıştır. Platoncu site düzeni, her şeyden önce sıkı bir mesleki iş bölümüdür ve insan asla sitede gördüğü işten bağımsız biçimde değerlendirilmez. Böyle olunca insanın doğru, adil ya da erdemli olması, doğasına uygun meslekle uğraşıp uğraşmadığına bağlı hâle gelir. Platon’un öngördüğü ideal site düzeninin temel unsurları olan sosyal sınıflar, işte bu esas doğrultusunda düzenlenmişlerdir.




Platon’a göre erdemli olmak için sadece ruhun düzenlenmiş olması değil, insanın site içinde doğru işi yapıyor olması da gerekir. Böylece Platoncu site sıkı bir mesleki iş bölümü düzenidir.

Yunan dünyasının geleneksel yasa yapıcıları, siteyi daima soy ya da servet esasına göre düzenlemişlerdi. Oysa Platon, soy ya da servet yerine ilk kez insan doğasının doğal yetenek ve eğilimlerini ön plana çıkarmıştır. Platon’un devlet düzeni anlayışı, bu özelliğiyle bir tür aristokrasi görünümü sergiler ve siyasi hakların dağılımında mutlak eşitliği kabul etmez. İnsanlar arasında, doğaları gereği bir eşitsizlik vardır (Devlet, 370b) ve herkes doğası gereği farklı işlere eğilimlidir. İyi yönetilen bir toplumda, her insanın sadece bir işi vardır (Devlet, 406c). Çünkü her insan, doğası gereği sadece bir işi iyi görebilir ve site ancak her sınıfın, kendine has o biricik işi görmesiyle mutlu olabilir (441d; 433b). Bu katı iş bölümü anlayışı, Yunan sitesi için yenilikçi bir düşünceydi. Gerçi Sofistler, insanın kabiliyetlerine uygun işlerle uğraşmalarını savunmaktaydılar ama onların öngördüğü düzende insanın tek bir işle uğraşması gibi bir düşünceye ya da toplumsal sınıflar arasında geçişlilik içermeyen katı bir iş bölümü anlayışına rastlanmaz.

Ayrıca Lütfen Bakınız:

- Sitedeki sınıflar ve başlıca erdemler - Platon'un eğitim anlayışı
- Filozof kral anlayışı
Platon'a göre insan hiçbir zaman tek başına olamaz, sürekli öteki insanlarla birlikte yaşar, onda; "insan siyasal bir hayvandır" düşüncesi, ana düşüncesidir. Platon'a göre bireyin devlete karşı oranı, aynı bir yaprağın ağacına, bir organın bedene olan oranı gibidir. Yaprağı ağacından koparırsak bu yaprak kurumaya, bedenden koparılan bir el ölmeye mahkumdur. Aynı şekilde bireyi içinde yaşadığı toplumdan ayırırsak, bu bireyi kendi kaynaklarından yoksun bırakmış oluruz. Ayrıca devlet denilen kuruluş, büyük çaptaki bir insan gibidir. Sosyal bütün ne durumdaysa, bunun içinde yaşayan birey de aynı durumdadır. Bunun içindir ki insanın kendisi ile ilgili bilgisi aynı zamanda, içinde yaşadığı devletin bir bilgisidir. O halde insanı anlamak için, bu insanın ait olduğu devlete bakmak gerekir, insanı tanımaya yarayan tek yol budur. İnsanlar bir devletin sınırları içinde yaşadıkları için, birtakım sorumluluklar taşır. Zaten insanın varlığının nedeni de budur. Bunun içindir ki Platon, Sokratesçilerin Sokrates ile ilgili düşüncelerini reddeder. Ona göre, Sokrat yalnızca yaşama becerisinde ustalık göstermekle kalmamış, toplumsallaşmayı temel alan bir ahlâk idealinin de ilk örneği olmuştur. Buna. Platon ile öteki iki Sokratesçi arasındaki ikinci bir farklılığı da Aristippos ve Antisthenes'e göre dışımızdaki evren ile ilgili bir bilgi edinmemiz olanaksızdır. Platon ise dış evrene ilgi duyar. Bu evrende, yıldızlar evreni onun dikkatini çeker. Platon gökyüzündeki nesnelerin hareketlerinde öncesiz ve sonrasız bir düzenin ifadesini bulmak ister. Doğa, parlayan yıldızların öncesiz ve sonrasız olan düzenli hareketleri ile gözlerimizin önüne güzellik ve yüceliğin ne olduğu konusunda mükemmel bir tablo sergiler. Bu yıldızlar evreni iyiliğin ve güzelliğin evrenidir. Platon iyi ve güzel ile düzenli ve yasalı olanı anlar. Ona göre insan toplumlarının da iyi ve güzel olabilme-si için, doğanın yıldızlar evreni ile bize gösterdiği öncesiz ve sonrasız bir düzene sahip olan modelini gözlemlemek gerektir.
 
Platon'un Ahlak ve Erdem Anlayışı

Platon'un felsefi çabalarının en yüksek amacı tek tek insan bireylerinin ve bir bütün olarak toplumun ahlaki bir yüksekliğe eriştirilmeleri ve mutlu kılınmalarıydı.




Platon, mutluluğu gerek insan bireyleri, gerekse toplum ve site için nihai amaç olarak görmekteydi. Ahlak anlayışı da mutluluğun elde edilmesi amacına yönelmişti. Bu yüzden Platon'un ahlak anlayışı bir “mutluluk ahlakı” olarak nitelenebilir.

Platon'a göre insanların ve toplumların nihai amacı mutluluktur. Platon'un ahlak anlayışı da bu amaca yönelmiştir.

Platon'a göre mutluluğu sağlayabilecek şey iyilikten başkası değildi. Çünkü Platon'a göre “İyi” en yüksek ideaydı ve şeylerin doğalarının tamlığını ifade ettiği için “İyi” ideası gerek insanın, gerek toplumun yetkinliğini temsil etmekteydi. Bu yüzden iyiye benzeyen, mümkün olduğunca iyi olmaya çalışan bir insan, aynı zamanda kendi doğasını tamamlamak yolunda mesafe kat etmiş, kendine yeterli hâle gelmiş insandır. Bu yüzden mutlu olmak isteyen herkesin iyiyi istemesi, iyiyi hayatının amacı sayması gerekmekteydi (Philebos, 60c, 61a; Devlet, 505e). Eğer insanı mutlu kılan şey iyilikse insanı iyi kılan nedir? Platon'a göre insanı iyi kılan, erdemden (arete), doğruluktan (aletheia) ve adaletten (dikaiosyne) başkası değildir. Menon'da insanı iyi kılanın erdem olduğu (Menon, 87d), Gorgias'da, bir şeye iyi denmesinin onda erdem bulunmasından kaynaklandığı (Gorgias, 506c), Devlet'teyse adaletin iyilik ve mutluluk, adaletsizliğinse kötülük ve mutsuzluk olduğu söylenir (Devlet, 353d-354a, 358a).




O hâlde sorun gelip, insanı iyi ve mutlu kılacak olan “erdem”in ne olduğunun belirlenmesine dayanmaktadır. Önceki ünitede Platon'un Sokratik diyaloglarında bu sorunun ele alındığı ama erdeme kesin bir tanım atfedilemediği belirtilmişti. Oysa diyalogların birçok yerinde Sofistler, erdemi ve doğruluğu çeşitli şekillerde tanımlamaya çalışırlar. Örneğin; Sofistlerden Kallikles, insana iyilik ve mutluluk sağlayan şeyin kişinin istediği her şeyi yapabilme gücüne sahip olması olduğunu (Gorgias, 470a), Menon, erdemin insanlara hükmetme yeteneğinden başka bir şey olmadığını (Menon, 73d), Trashymakhos ise güçlünün işine gelenin doğru olduğunu (Devlet, 338c) savunur. Erdemi, doğruluğu ve adaleti güç ile ilişkilendiren bu tavır, mutluluğun ve iyiliğin anca haz (hedone) ile elde edilebileceği varsayımıyla desteklenmiştir (Philebos, 11b). Böylece Sofistlere göre mutlu hayat, güçlünün gücünü dilediğince uyguladığı, mümkün olan en yüksek hazları elde ettiği bir hayattır ve iyilik, her şeyden önce sağlık, zenginlik ve mevki gibi şeylerin elde edilmesine bağlıdır (Menon, 78c).

Sofistlerin bu iddialarına karşılık Platon, “Erdem nedir?” sorusuna ilk kez Gorgias diyalogunda bir yanıt verme girişiminde bulunmuştur. Diyalog, bu özelliğiyle Platon'un düşünce yaşamının seyrinde bir kırılmaya işaret eder. Bu diyalogda Platon, erdemi ilk kez “ruhun düzeni” olarak tanımlamaktadır. Yalnızca ruhun değil, kendisinde bir erdem bulunduğundan söz edilebilecek her şeyin erdemi düzeninden gelir (Gorgias, 506d-507a). Mutluluğun Yunancadaki karşılığı olan “eudaimonia” sözcüğü de onun bir tür ruh düzeni olduğu düşüncesini çağrıştırmaktadır. Sözcük, kişinin iyi ve uyumlu bir daimona (eu-daimon) sahip olmasını ifade eder. Ruhun eudaimonia durumu, insanın içindeki her şeyin daimonu ile uyumlu olması, daimonun iyi düzenlenmiş olmasıdır (Versenyi, 1988: 112). Bu düşüncede mutluluk insana dışarıdan gelmez. Ruhunu düzenleyen kişi, kendi iyiliğini ve mutluluğunu da kendi elleriyle çizmiş olur.




Platon'a göre erdem ruhun düzenidir. Ruhun düzeni ifadesiyle kast edilen şey, ruhun parçalarının doğalarına uygun durumda olmalarıdır.

Bu değerlendirmelerden yola çıkarak erdemin aynı zamanda ruhun doğası anlamına geldiği sonucuna varmak mümkündür. Çünkü erdem, ruhu iyi kılacaktır. Diğer bir deyişle onu İyi ideasına mümkün olduğunca yaklaştıracaktır. İdeaların, şeylerin asıl doğaları anlamına geldiği ve İyi ideasının da şeylerin doğalarının tamlığını, yetkinliğini ifade ettiği belirtilmişti. Bu durumda bir ruhun erdemli olması, doğasını gerçekleştirmiş olmasından başka bir şey değildir. Erdem de ancak düzen ile sağlanabildiğine göre, düzen bir şeyin doğasına uygun durumda olması, doğasını gerçekleştirmiş olmasından başka bir şey olmaz. Platon, bu kabullerden yola çıkarak erdemi ve başlıca erdem türleri olan doğruluk ve adaleti daima insanların ya da toplumların doğalarıyla açıklamak yoluna gitmiştir. Erdem, doğruluk ya da adalet, ister ruh olsun ister site olsun herhangi bir yapının, doğası gereği kendisine en uygun durumda olması, doğasına uygun işi görmesidir (Devlet, 443a-e). Kendisine uygun işi yapana, kendisine özgü işlevi yerine getirene, kendi amacına ya da iyisine ulaşabilene “erdemli” denir. Yani erdem, şeylerin doğasına, amacına uygun olarak tanımlanmıştır. Örneğin; insana özgü erdemi tanımlamak isteyen kişi, insanın varoluş amacını, doğasını, insan için iyi olanın ne olduğunu aramalıdır. O hâlde ruhun düzeninden kast edilen şey, ruhun tüm unsurlarının doğalarına uygun durumda olmalarından başkası değildir. Bu düzen erdemin, erdem iyiliğin, iyilikse insanın ve toplumun en yüksek amacı olan mutluluğun gerçekleşmesini sağlayacaktır.

Platon erdemi insan doğasıyla ilişkilendirir. Ona göre erdem insanın doğasına uygun durumda olmasıdır.
 
Platon'un Devlet Anlayışı

Platon'un devlet varsayımı, tam anlamıyla, Politeia (Devlet) diyalogunda yer almıştır.




Çeşitli kitaplardan oluşan bu ünlü eser, Platon'un Sokratik diyaloglarını hatırlatan bir konu ile başlar. Bu diyalogun başında da "erdem"in, "adalet" in ne olduğu sorgulanır. Platon için adalet, erdemlerin en yücesidir. Yani adalet, tüm erdemleri kendisinde toplayan en yüce erdemdir. Kendisinde adalet denilen erdemi gerçekleştiren insan, en mükemmel insandır, insan idesine en çok yaklaşandır.

"Adalet nedir?" sorusunu, "Devlet" diyalogunda önce Trasymakos adlı bir Sofist yanıtlar. Bu adam çok radikal (köktenci) bir Sofisti temsil eder. Trasymakos adalet denilen erdemin var olmadığını, bunun insanlar tarafından uydurulduğunu, gerçekte yalnızca "iktidar" için bir kavga yapıldığını savunur. Platon bu görüşe karşı çıkar ve böyle bir toplumun yaşama şansının bulunmadığını kolaylıkla kanıtlar. İnsan, öteki insanlarla birlikte yaşama gereksinimi duyar. Başkalarına yardımcı olan insan, böylelikle başkalarının da kendisine yardım etmesine ortam hazırlamış olur. İnsanların birlikte yaşaması, iş bölümünü gerekli kılar. İş bölümü, çeşitli işlerin ve çeşitli görevlerin değişik kişilerce paylaşılmasına neden olur. Toplum yaşamı, kişilerin birbirlerine güvenmelerini de gerekli kılar. Karşılıklı güven duygusu, öncelikle kişilerin yekdiğerine karşı adil oldukları inancını zorunlu hale getirir. Sonuçta toplum yaşamı için, bireylerin adalet denilen erdeme sahip olmaları gerekir. Ancak Trasymakos'un radikal varsayımının böylece çürütülmesinden sonra geriye bir sorun kalır: Acaba adalet, yalnızca insanların birbirlerine güvenerek yaşayabilmeleri için mi gereklidir?




Adaletin amacı, yalnızca güven duygusu yaratmak mıdır? Şayet böyle olsaydı, yani adalet yalnız sosyal yaşamda güvenin doğmasının nedeni olsaydı, bu durumda yalnızca amaç olmaz aksine araç olurdu. Toplum olanaklarından yararlanma aracı olup kalınca, kişi inanmadığı halde yapmacık davranışlarla inanıyormuş gibi yaparak, toplum olanaklarını kullanabilirdi. Aslında bunun böyle olmaması gerekir; adalet hiçbir zaman yalnızca güven yaratan bir araç olarak düşünülemez; aksine, o başlı başına bir amaçtır. Adalet duygusuna sahip olan ruh, kendiliğinden iyi ve güzel olan bir ruhtur.

Ancak bunun olmadığını anlamak için insanı ait olmadığı bütünün içinde düşünmek gerekir. Biz insanı en iyi şekilde "devlet"ten hareket ederek tanıyabiliriz. Devlet denilen kuruluş birlikte yaşayan insanların bir toplamı değildir. Aksine o bir organizmadır. Bir organizma olan devlet, insan ile aynı yapıdadır. Yani devlet büyük çapta bir insandır. Aynı şekilde insan da küçük çapta bir devlettir. Bir de birey ile devlet belirsiz bir ilişki içindedir: Yalnızca bireyler devleti oluşturmaz, devlet de bireylere "şekil" verir. Birey, içinde yaşadığı devlete benzer; devletin görünüşü nasılsa, bireyin görünüşü de odur. Mükemmel devlet mükemmel bireyler oluşturur, eksik ve yapmacık bir yapıya sahip devlet ise kusurlu ve eksik yapılı bireyler oluşturur. Platon bu görüşünü kanıtlamak için yanlış devlet şekillerinden bir kanıtlama yapar.




Yanlış devlet şekillerinden biri asker (militarist) devlet, yani askerler sınıfının egemen olduğu devlettir. Bu devlet şekline Platon "timokratie" adını verir. Ona göre bu devlet şeklini Isparta'da görmek mümkündür. Isparta gerçekten askeri bir sınıfın yönetiminde olan militarist bir devlettir. Gerçi Platon Ispartalıların yüksek özelliklerini hiçbir zaman yok saymaz, aksine onların cesaret ve disiplinlerini takdir eder. Bununla birlikte Platon, Ispartalıların devlet yönetimindeki sakıncalarını görmezlikten gelmez, o bu devletin kaba ve haşin bir yanı olduğunu çok iyi belirlemiştir. Platon'a göre böyle bir devlette "şan ve şeref' doğal olarak, en yüksek erdem, en yüksek değer olarak yorumlanır. Bu devlet tipinde savaş kendiliğinden bir amaç olur, çünkü en yüksek şan ve şerefe kişi ancak savaş durumunda ulaşabilir. Bu devlette bireylerin ruhlarında şan ve şeref gereksinimi tüm öteki şeyleri ikinci plana iter. Böyle olunca bu devlet çok belirli bir insan tipi yaratmış olur: Bu insanda şan ve şeref tutkusu öteki tüm değerleri gölgede bırakmıştır.

Yanlış devlet şekillerinden bir başkası, özünde "servet"in egemen olduğu bir devlettir (plutokrasi). Platon'a göre bu devlet şekli, güney İtalya'daki zengin Yunan kolonilerinde görülür. Platon'un yakından gözlemlediği bu devletteki karakteristik özellik, zenginler ile yoksullar arasındaki nefrettir. Bir yanda çok zengin olanlar, bir yanda ise zengin olmak isteyen yoksullar vardır. Bu iki sınıf arasında çok keskin bir zıtlık ve kin vardır. Böyle bir devlette her şey servet ve zenginliğe yönelmiştir. Bu amaç, hem devlet ve hem de tek tek bireylerinde vardır. Bireyin ruhu için tek değerli şey vardır, servet. Öteki tüm değerler, servet karşısında ikinci plandadır. İşte bu devlette de devletin insana belli bir şekil verdiğini görüyoruz.




Üçüncü yanlış devlet şeklini Platon kendi memleketi olan Atina'da buluyor. Atina bir "demokrasi" idi ve demokrat devletin tüm kaderini Halk Meclisi ve bu mecliste esen hava belirlemekteydi. Demagoglar tarafından ustalıkla yönetilen ve diledikleri yöne sürüklenen bu Halk Meclisi'nin sürekli değişen görüşleri yüzünden Atina çok zarar görmüştür. O kadar ki bu Meclis'in dizginsiz heyecanı Atina'yı bir keresinde sonu felaket olan bir savaşa sürüklemişti. Yine bu Halk Meclisi'nin yersiz heyecanlara kapılması, haksız davaların açılmasına neden olmuştur. Nitekim Sokrates'in da böyle bir davaya kurban gittiğini biliyoruz. Böyle bir devlette yetişen vatandaşlar da zorunlu olarak, belirli bir tip oluştururlar. Bu şekildeki bir devlet sürekli dalgalanan heyecan ve tutkuların elinde perişan olduğu için, vatandaşlarına akıl değil, heyecan ve tutkular egemen olur.

Platon'a göre devlet, bireylerce kurulmuş yapay bir kurum olmayıp aynen bir canlı varlık gibi bir organizmadır. Nasıl bir yaprağın ağaca, bir organın organizmaya bağlı olmaksızın yaşamasını düşünemezsek, bireyin de devlet dışında var olabileceğini düşünemeyiz. Bunun içindir ki birey, içinde yaşadığı devletin karakter ve doğ asını taşır. Devletin bireyler üzerindeki etkisine karşılık, bireyin de devlete etkisi olabileceğini düşünebiliriz. Devlet ile birey arasındaki Platon yanlış devlet şekilleri üzerinde açıklamıştır. Söz gelişi tek yanlı bir devlet şekli olan "timokratie" (askeri devlet)'de bireyin ruhuna, tek yanlı olarak, şan ve şeref tutkusu hükmeder, tüm öteki değerler bu tutku karşısında geri plâna çekilirler. Paranın egemen olduğu devlet şeklinde birey için yalnızca kazanç tutkusu tek ölçüdür. Bu tutku tüm öteki değerleri yok eder. Sürekli değişen heyecanlarla yönetilen bir devletin vatandaşları da değişken ruhlu, esen rüzgar yönünde değişebilen insanlar olur. Platon'a göre sonuncu yanlış devlet şekli, tek yanlı devlet şekli olan despotik (müstebit-tyrannie) devlettir. Despotik (tiran) yönetimler ya zalim ya da köle tipi insanlar yetiştirir. Çünkü zalim ruhlu ya da köle ruhlu olmak, biri ötekine sıkı sıkıya bağlı bir doğadır. Her köle zalim bir ruh taşır; köle kölelikten kurtulur kurtulmaz hemen bir zalim kesilir. Aynı şekilde zalimin de elinden olanakları alınınca hemen köle ruhlu oluverir. Sonuç olarak yanlış devlet şekillerinden her biri kendine has yanlış bir insan tipi oluşturur.




Platon'a göre tek yanlı devlet şekillerinin, ayrıca sürekli hükümet darbeleri ve sürekli devrimlere neden olmak gibi bir sakıncası da vardır. Yalnız asker sınıfının egemen olduğu bir devlette günün birinde bir darbe ile zenginler iktidarı ele geçirirler. Zenginlerin devleti, bir devrin sonunda yoksulların eline geçer. Ölçülü olmayan, yalnızca esen rüzgâra göre şu ya da bu yönde sürüklenen demokrasi bir gün zalimin eline düşebilir. İşte bu neden ile tek yanlı devlet şekilleri sürekli olmazlar, her an değişme tehlikesi içindedirler. Acaba bu yanlış devlet şekilleri karşısında doğru olan devlet şekli hangisidir? Bu soru ile Platon'un "Politeia"sının asıl konusuna gelmiş oluyoruz. Çünkü bu diyalog öncelikle "ideal devlet" düşüncesini geliştirir. Platon'uun amacının, her şeyin idesini, idealini göstermek olduğunu biliyoruz. Ona göre bilimin görevi, eşyanın şeklini değil idelerini, ideallerini göstermektir. Bilim bir şeyi olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi göstermelidir. Devlet görüşünde de bu ilkeden hareket eden Platon, bize devletin ideal şeklini gösterir.

Devlet, öncelikle vatandaşlar arasında yaşanan bir "iş bölümü"ne dayanır. Çeşitli organların organizmanın emrinde birtakım görevleri olduğu gibi, bireylerin de devlet emrinde birtakım görevleri vardır ve devlet içindeki görevlerin yerine getirilebilmesi için birtakım sınıflar oluşur. Acaba devlette ne gibi zümreler vardır? Yani devlet denilen yapının devamı için ne gibi önemli görevlerin yerine getirilmesi gerekir? Öncelikle, yaşamımızın sürebilmesi için zorunlu işleri yapacak "işçiler" sınıfına gereksinim vardır. İşçiler sınıfı; işçiler, köylüler ve zanaatkârlardan oluşur. Bunlar, aslında bedenleri ile çalışırlar ve işlerinin ürünü ile maddi gereksinimlerimizi karşılarlar. İkinci sınıf, "bekçiler" ya da "savaşçılar" sınıfıdır. Bu sınıf, içte huzur ve güvenliği sağlar, dışarıdan gelecek tehlikelere karşı devletin varlığını korumakla görevlidirler. Platon'a göre bekçiler sınıfı, işçiler sınıfından daha önemlidir. Köylüler, işçiler ve zanaatkârlardan oluşan sınıfın üzerine düşen görevi yapmaları, ayrıca bekçilerin buyruklarına uymaları yeterlidir. Bu sınıfın erdemleri: "Çalışkanlık ve itaat (uyma)"tır. Oysa bekçiler sınıfı "bütün"ü göz önünde tutmak zorundadır. Bunun için devletin yapısını yakından bilmeleri gerekir. Bu ise bekçiler sınıfı üyelerinin iyi bir eğitim ve öğretimden geçmelerini gerekli kılar. Bu sınıfın erdemi ise "cesaret"tir. Ancak cesur olmak uğruna bu sınıf üyelerinin vahşi ve kaba olmaması gerekir. Bekçiler halkın koruyucusu olacaktır, fakat efendisi değil. Tüm bunların sağlanabilmesi için bu sınıf üyelerinin yeterli eğitim ve öğretim görmeye gereksinimleri olacaktır. Oysa işçiler sınıfının okuryazar olması yeterlidir. Bekçiler sınıfı uzun süren bir eğitim ve öğretim döneminden geçmelidir. Bekçilerin ciddi olarak yetiştirilmesi iki açıdan önemlidir; Birincisi beden eğitimi ve buna bağlı olarak irade eğitimi, ikincisi ise müzik eğitimi, yani teorik disiplinlerin eğitimi. Jimnastik, yalnızca beden eğitimi değildir. Aynı zamanda ruh eğitimini de şart koşar. Müzik eğitimi insanın tüm ruhunu eğitip yetiştirir ve kişiye görevlerini yeterince başarma olanağı sağlar. Jimnastik insanı cesaret yönünden eğitir, müzik ise elde edilen cesaretin günün birinde kabalığa ya da vahşete dönüşmesini engeller. Platon müzik ile, hem bugünkü dar anlamıyla müziği ve hem de edebiyatı anlamaktadır. Ona göre musiki ve şiir başlı başına bir amaç olmaktan çıkarılmalı, eğitimin emrinde bir araç olmalıdır. Sanatın amacı estetik hazzı yaratmak olmayıp aksine ruhu eğitmektir. Kendisi sanatkâr olmasına rağmen sanat konusunda böyle bir görüşe sahip olan Platon, sanatı bugünkü anlayışlarımıza göre çok dar olan sınırlar içine sıkıştırmak ister. Söz gelişi dar anlamındaki musiki eğitiminde, açık olmayan ve rahatsızlık veren zevkleri yaratan her çeşit musiki yasaktır. Bu noktada Platon'un, zamanındaki belli modern musiki akımlarından rahatsızlık duyduğunu sezmek mümkündür. Günümüzün deyişiyle söylersek: Platon sanatta klasik akımdan yana tutum almıştır. Ancak Platon edebiyat konusunda büsbütün radikal (köklü değişimci) davranır. Her türden natüralist edebiyatı yasaklayan, kötüyü sanki iyi gibi tasvir eden ya da korkak ile cesur olanı aynı duygu-sanık ile anlatan bir sanatın ideal devlette yeri yoktur. Bu sanat anlayışı Platon'u, Yunanlılığın manevi eğitimine katkıları olan sanatkarlar ile söz gelişi Homer ile kavgaya itmiştir. Eflatun Homer'in şiirlerine özellikle bir noktada karşıdır: Ona göre bu Tanrılara yeterli saygıyı göstermez. Tanrılar bu şiirlerde aynı bir insan gibi gösteriliyor, o kadar ki gereğinden çok insana benzetiliyorlar. Bu anlayış Tanrılara karşı borçlu olduğumuz saygı ve ululamaya tümden aykırıdır. Tanrıların insan şeklinde değil de kesinkes gereken saygıya uygun bir biçimde tasvir edilmeleri gerekirdi. Tüm bunlardan Platon'un sanatı bir amaç olmaktan çıkararak yalnızca eğitimin emrinde bir araç olarak benimsediğini açık seçik görüyoruz. Platon'a göre bekçilere, görevlerine uygun olabilmesi için yalnızca eğitim vermek yetmez; bu sınıf üyelerinin bir de çok iyi "seçilmeleri" gerektir. Bu noktada Platon'un devlet varsayımının bir başka kökten (radikal) görüşüne daha değinmiş oluyoruz. Bu görüş "evlenme" konusudur. İdeal devlette köylüler, işçiler, zanaatkarlar kendi aralarında diledikleri gibi evlenip çocuk sahibi olabilirler. Bekçiler ise ancak devletin izniyle evlenebilecektir. Bekçiler sınıfında evlenecek kimselerin her yönden birbirlerine uygun olmalarına, tümüyle birbirlerinin dengi olmalarına itina edilecektir.




Bunlardan doğacak çocukların da her yönden "seçme insanlar" olması gerekir. Sonuç olarak bedence güçlü ve sağlıklı, ruhça yetenekli ve değerli çocuklar yetiştirebilmek için, bu sınıf içi evliliklerin seçerek yapılması gerekir. Platon, bu seçim evliliğinin ürünü olan çocukların ailelerine bırakılmalarına karşıdır. Bu çocuklar doğar doğmaz anne ve babalarından alınarak devlet eliyle eğitilir. Platon bekçiler sınıfı için bir aile yaşamını gereksiz bulur, Bu sınıf üyeleri için ancak ortak bir yaşam söz konusudur; bunlar bir çeşit ordugâh yaşamı sürdürecektir. Bekçilerin kişisel çıkarlarından uzaklaşarak, kendilerini devlet çıkarlarına adamaları gerektir. Kendilerini tümüyle devlete adamış olan bu ana-babanın niteliklerini, onların çocukları da sürdürecektir. Sonuçta Platon bekçiler sınıfını kalıplaşmış bir "kast" durumuna sokuyor. Ona göre, bu dışa kapalı kast'a köylülerden, işçilerden ve zanaatkârlardan uygun olanların katılması için bir engel de olmamalıdır.

İdeal devlette bekçilerin aile yaşamı sürdürebilme olanağının bulunmayışı yanında "özel mülkiyet" ve servete sahip olmalarına da izin verilmez. Bekçiler için özel aile çıkarları benimsenmediği gibi, bunların para ve mal yönünden özel istekleri de giderilmeyecektir. Bu bekçiler, devletteki en üst basamak olan üçüncü bir sınıf, "yöneticiler" sınıfını oluşturur. Devletin zorunlu uygulamaları konusunda bu sınıf karar verir. Bu kararlara öteki sınıfların boyun eğmesi doğaldır. Sayıca az olan yöneticiler sınıfının tüm üyeleri özenle ve titizlikle eğitilirler.

Yöneticiler, bekçilerin aldığı eğitim ve öğretimden başka felsefe öğrenimi de görecektir. Platon "felsefe" ile "iyi" idesinde sembolleşen varsayımını vurgulamaktadır. Yöneticiler sınıfının üyeleri, ideler varsayımında ve diyalektikte uzun yıllar alan ciddi bir öğrenimden geçirilirler. Platon'a göre ancak, "filozoflar hükümdar olduğu gün ideal devlet gerçekleşir." Platon'un ideal devletini tek hükümdar değil, bir "aristokratlar zümresi" yönetir. Yöneticiler gibi bu aristokratlar zümresi de, doğal olarak, özel çıkarlarının arkasında koşmayıp kendilerini yalnızca devlete adarlar. Böylece onların da ne aileleri ne özel mülkiyetleri ve ne de servetleri olacaktır.

Sonuç olarak Platon ideal devletinde üç sınıfın varlığını kabullenir. Bu üç sınıftan onu en az birinci sınıf ilgilendirir. Bu sınıfın görevi ve ona yakışan erdem, yalnızca ve tüm gücüyle çalışmak, "baş eğmek (itaat)"tir. Bekçiler sınıfının sahip olması gereken en önemli erdem "cesaret"tir. Yöneticiler sınıfına has ana erdem "bilgi"dir. Her sınıfın kendine özgü erdemlerinden başka, bir de her üç sınıfa birden gerekli olan bir erdem vardır: Bu da herkesin üzerine düşen "görevi" yapmasıdır.




Platon devleti, bireyin büyütülmüş şekli ve bireyi de devletin küçültülmüş modeli olarak düşünür. Bunun için Platon insan ruhunu devlet ile karşılaştırır. Çünkü insan ruhunda da üç yan vardır: Ruhta başlangıçta "zorlama (ilca" vardır. Platon'a göre bedenin alt kısmında toplanan bu "zorlama"lar, bireyi her an kendi istekleri ardından koştururlar. Ancak ruhta bu zorlamalara yön veren, onları ayarlayan, düzenleyen ve merkezinde yüreğin bulunduğu bir "irade" vardır. Ruhta üçüncü olarak "akıl" vardır. Akıl iradeye hükmeder ve başta bulunur. İnsan ruhundaki bu üç kısım, devletteki üç sınıfın karşılığıdır. Platon, ideal devletindeki bekçilerin sayısını bin kişi kadar olarak düşünür. Platon'un bu ideal devleti çok küçüktür. Platon'un bu ideal devleti, o zamanki Yunanistan'ın siyasi gerçeği olan, kent (şehir) devletinin etkisindedir. Bunun için olacak, ideal devlette vatandaşların sayısı belli bir sayıdan öte geçmemelidir. Devlet nüfusu belli sayıyı aşma tehlikesi gösterirse, o zaman koloniler kurmak gerekir. Devlet hiçbir zaman, bütünüyle gözden kaçan ve bir bakışta kavranamayan bir büyüklüğe ulaşmamalıdır.

Özellikle bekçiler sınıfı için ortak bir yaşam düzenleyen Platon'un bu ideal devleti, aynı zamanda bir anlamda sosyalist bir devlet sayılır. Ancak bu devlet aristokrasi ile yönetilmektedir. Çünkü ideal devleti, sayıları kısıtlı olan bir zümre yönetir ve tüm kararları bu küçük aristokrat zümre verir. Platon en büyük eseri olan Politeia'da ideal devleti belirlerken gerçek (realite) bir devletin nasıl olduğunu hiç dikkate almamış, yalnızca hayal gücünü kullanmıştır. Yalnızca akıl ve fantezinin ürünü olarak sunulan bu devlet kavramına, Yunancada "Ütopya" adı verilmiştir. Ütopyanın anlamı "hiç bir yerde olmayan" demektir. Felsefe tarihinde Platon'unkine benzeyen birçok ütopyaya rastlarız. İnsanlar devlet ve toplum konusunda her zaman ideal düşüncelere sahip olmuş, bu konuda hayali plânlamalar yapmaktan kendini alamamıştır. İşte Platon'un "İdeal Devleti" i, felsefe tarihinde sonraları rastlayacağımız birçok ütopyanın ilki ve de en etkili olanıdır.

Platon, kendi devlet varsayımının bir fantezi ürünü olduğunu hiçbir zaman kabullenmemiş, ideal devletini, uygulanabilir bir iyileştirme projesi olarak salık vermiştir. Zamanla bu projenin uygulanabilirliği konusunda kuşkuları olmuştur. Buna rağmen projenin doğruluğundan kuşku duymamış, bunun olsa olsa mükemmel insanlardan oluşan bir toplumda uygulanabileceğine inanmıştır. Platon ideal devlet ile ilgili kuşkularının etkisiyle yaşamının sonralarında yazdığı "Yasalar (Kanunlar, Nomoi)" adlı eserinde, devlet anlamında bazı değişmeler yaparak yeni bir devlet projesi önerilir. Yasalarda ideal devlet terk edilerek yerine, hiç değilse olanların en iyisi denebilecek bir devlet şekli önerir. Platon bu son eserinde ideal devlet anlayışını özellikle iki konuda yeniler: Öncelikle sosyalist devlet anlayışını terk eden ideal devlette; bekçiler ve yöneticiler aile, özel yaşam ve servete sahip olmayacak, ortak bir yaşam sürecekler ve kendilerini tümüyle devlete adayacaklardı. Sonradan bu görüşün, insanın doğasına ve yapısına tamamen aykırı olduğunu ve uygulanabilirliğinin bulunmadığını anlayan Platon, "Yasalar"da bu devlet sosyalizmini tümüyle terk eder. Ancak ona göre, herkesin toplum çıkarlarını kendi özel çıkarlarından üstün tutmayı bilmesinin, eğitim aracılığı ile sağlanmasından yanadır. Ayrıca özel mülkiyetin yeterinden fazla genişlemesinin engellenmesini de ister.

Platon yeni devlet projesinde, devletin temeline geniş bir "orta sınıf" yerleştirir. Ayrıca özgür bir köylü sınıfı da bu devlette önemli etkinliğe sahip olacaktır. Ticaret konusu ile devlette sürekli oturma hakkı bulunmayan yarı vatandaşlar uğraşacaktır. Altın ve gümüş paraya özel kişiler değil, yalnızca devlet sahip olacaktır. Her devletin kendine özgü bir parası olmalı ve bu para yalnız bu devletin sınırları içinde geçerli sayılmalıdır. Dış ticaret, devletin tekelinde olacaktır. Platon "Yasalar"da, Politeia'ya oranla, ekonomik yaşama daha fazla yer ayırmıştır. "Devlet"de Platon her şeyin tepeden yönetilmesine taraftı ve bu yüzden ekonomik yaşam özel bir önem taşımıyordu. Zamanla Platon ekonomik yaşamın önemine, yeni deneyimlerini eklemek gereksinimi duymuştur. Yasaları Devletten ayıran ikinci önemli değişiklik ise, devletin yönetim biçimiyle ilgili görüşlerinde olmuştur. Politeia'da devletin yönetimi, özel olarak yetiştirilmiş belli bir sınıfın eline bırakılmış ve bu küçük sınıfı bağlayan hiç bir yasa ve kural da konulmamıştır.

Platon'un ilk devlet projesinde "yöneticiler" kuralsız ve koşulsuz (kayıtsız şartsız) bir egemenliğe sahiptir. Onlar uygun görecekleri biçimde karar vermek ve davranmak yetkisine sahiptir. Onların bu karar ve davranışlarını düzenleyecek yasalar da yoktur. Platon, hükümeti elinde bulunduranların doğru ve ciddi bir eğitim ile yetiştirildiklerinden sorumluluklarını kötüye kullanmayacaklarına inanılmasını ister. Bekçiler sınıfı, kuralsız ve koşulsuz egemen olan yöneticilerin elinde güvenle işleyen bir araç görevini üstlenirler. Platon, daha sonraki gözlem ve deneyimleri sonunda, yöneticilere mutlak bir egemenlik yetkisi tanımanın türlü sakıncalar doğuracağını görmüştür. Bu deneyimler sonrası da Platon şöyle düşünüyor; Şayet insanlar bir Tanrı ya da melek olsaydı, ideal bir devlet düşüncesi gerçek olabilirdi. Oysa insan ne Tanrıdır ne de melek. Bu yüzden, iktidar makamının kötüye kullanılmasını önlemek için, yöneticileri belli yasalar ile kontrol altında tutmak doğru olacaktır.




Platon'un devlet ile ilgili iki eseri arasındaki görüş ayrılığını son eseri olan "Yasalar"ın adından da çıkarmak mümkündür. Bu son eserinde "Yasa" düşüncesi üzerinde özellikle durur: Hükümet, yasaların üstünde değil, altında olmalıdır ve her tür kararda, her tür uygulamada kesinkes yasalara uygun davranmalıdır. Kuşkusuz bu da birtakım adaletsizliklere neden olacaktır; çünkü yasa denilen şey, katı ve geneldir, saptırılmaz bir görünüş sergiler. Hiçbir zaman yaşamın tüm inceliklerini ve renklerini kapsamaz. Yasalar ne kadar katı olsalar da bunlara uygun biçimde devleti yönetmek, koşulsuz kuralsız hükümetten daha yararlıdır.

Son olarak "Yasalar"ın iki karakteristik durumuna daha değineceğiz: Platon'un bu son eserine derinliğine bir dinsel duygu egemendir. Sofistlerin ileri gelenlerinden Protogoras, "insan her şeyin ölçüsüdür" demişti. Platon "Yasalar"da, Protogoras'ın aksine, "her şeyin ölçüsü insan değil, Tanrı'dır" der. İnsan her şeyden önce, Tanrı'ya karşı saygı ve ululama içinde olmalı ve insanüstü bir güce saygı duyacak biçimde yetiştirilmelidir. Bu nedenle Platon yeni devlet projesinde dinsel duygulara ve törenlere geniş yer ayırmıştır. Dinsel duyguların gelişiminde, kozmosun gözlemlenmesi ve bilinmesinin etkili olduğu kabul edilir.

Politeia'da Platon, bireyin içinde yaşadığı devlete benzediğini söylemişti. Şayet devlette düzenin geçerliliği söz konusuyla, bireyin ruhu da düzenlidir. Kişi ruhunda, içinde yaşadığı devleti yansıtır. "Yasalar"da Platon buna ikinci bir görüş daha ekler; Devletin kendisi de "Kozmos"u yansıtan bir görüntü sergilemelidir. Çünkü kozmos öncesiz ve sonu olmayan bir düzenin ifadesidir. Yıldızların düzenini, öncesiz ve sonu olmayan yörüngelerini gözlemleyerek, gökyüzünde her şeyin kesin yasalara bağlı olduğunu görür ve böylelikle tüm evrendeki düzen ve güzellik düşüncesine ulaşabiliriz. Bu nedenle yasa kavramını, en iyi şekilde yıldızlar evreninin yasasından anlayabiliriz. İnsanların kurduğu devlet için de gökyüzünün bu düzeni bir model oluşturmalıdır. İnsanların kurduğu devlette de yıldızlar evreninin yasalarına benzer yasalar geçerli olmalıdır. O halde devlet, göksel evrenin yeryüzündeki bir yansıması olmalıdır ve devlet içinde yaşayan insan, ruhunda bu düzeni yansıtmalıdır.

Şimdi de Platon'u öteki Sokratesçiler ile karşılaştıralım: "Tek yanlı Sokratçılar" denilen kimseler, tam anlamıyla. individualist'tirler. Nitekim bir kısım Sofistlerin de individualist (bireyselci) olduğunu biliyoruz. Tek yanlı Sokratçılar için aslolan bireydir, reel bir varlığa sahip olan yalnızca bireydir. Bireyin içinde yaşadığı devlet, bu düşünürleri hiçbir şekilde ilgilendirmez. Ayrıca bu tip Sokratçılar, dış evren konusunda bir bilginin mümkün olamayacağına inanırlar. Biz ancak bilincimizde olanları biliriz; bu yüzden, mümkün olan bilgi, insanın kendisini bilmesidir, bunun dışında bir bilgi mümkün değildir. O halde yapılması gereken tek bir şey vardır, insanın kendini tanıyıp düzeltmesidir. Bu noktada Platon, böyle düşünen Sokratçılarla aynı görüşü paylaşır; onun için de insanın kendini bilmesi ve düzeltmeyi çok önemlidir. Ancak öteki Sokratçıların individüalizmi karşısında, Platon, karşıt bir görüşü savunur. Ona göre insanı bilmek ve iyileştirmek için, onu bir sınıf içine yerleştirmek ve onu, bu sınıfın çalışan canlı bir organı olarak, anlamak gerekir. İnsanların ait olduğu sınıfı anlaması önemlidir. İnsanların ait olduğu sınıfı anlamak ve iyileştirme yapmak için, bu sınıfa göre daha hacimli olan uzaysal (astronomik) kozmosu inceleyerek tanımak gerekir. Uzaysal kozmos, başka bir deyişle öncesiz ve sonu olmayan düzene sahip bulunan gökyüzü evreni, ideler evreninin aynasıdır. Işık saçan yıldızlarıyla gökkubbe, görülebilen bir evrendir. Görülebilen evrenin arkasında görülmeyen bir evren gizlidir. Bu da, "iyi"nin, güzelin ve de eşyanın gerçek modellerinin bulunduğu ideler evrenidir. İdeler varsayımı, Platon'un orta yaşlarında yazdığı eserlerinde önemli bir yer tutar. Platon ideler varsayımını tüm yaşamı boyunca hiç terk etmemiştir. Bu varsayım onun düşünce yapısının özünü oluşturmuştur. Yaşamının sonlarına doğru Platon'un ilgisini bir bilim, gittikçe artan bir tutkuyla, kendisine çekmeyi başarmıştır. Bu bilim "matematik"tir. Platon'a bu konuda, özellikle Güney İtalya'da tanıştığı Pisgorcuların etkili olduğunu söyleyebiliriz.




Platon'un matematiğe gösterdiği yakın ilgi nedeniyle son zamanlarda Akademi ye girmek isteyenlerden bazı matematik bilgilere sahip olmaları şart koşulmuştur. Platon'a göre matematik ve astronomi, gerçek bilimin, varlığını belgeleyen sağlam ve canlı kanıtlardır. Bunun içindir ki felsefe ve diyalektiğin de gerçek bilim modeli olan matematik gibi, bir bilim olması gerekir. Bu konuyla ilgili Platon ile Protagoras arasında geçen bir tartışma çok dikkat çekicidir. Protagoras da matematik ile ilgilenmiş, fakat bu bilime karşı tam bir güven duyamamış, matematiğin sonuçlarını her zaman kuşku ile karşılamıştır. Söz gelişi bir daireye çizilen teğetin, bu daireye ancak tek bir noktada temas ettiğini savunan geometri görüşüne Protagoras karşı çıkar: Teğet olan doğrunun daireye tek bir noktadan temas ettiğini savunmak, göz ile görüneni yok saymaktır. Çünkü dikkat edilirse, teğet doğrunun daireye tek noktadan değil, aksine birçok noktalardan temas ettiğini görürüz. Demek oluyor ki varsayım, matematik algılarımıza ters düşmektedir. O halde teorik matematik denilen bilim, tümden yanlış bir bilimdir.

Platon'da da teorik matematiğin sonuçları duyumlarımızla ve algıladıklarımızla uyum içinde değil aksine bunlarla çelişki içindedir. Gerçekten de dikkatle bakan bir göz, teğet doğrunun daireye birçok noktalardan temas ettiğini görür. Ancak Platon, bu noktadan hareketle matematiğin yanlış bir bilim olduğu görüşünü reddeder. Ona göre, bizi yanıltan duyumlarımızdır. Nitekim teorik matematik hiçbir zaman duyumlarımız aracılığı ile elde edilenlerle ilgilenmez. Bu bilim her zaman "ideal" olan şeylerle ilgilenir. Benim şimdi çizdiğim şu daire ve teğet, hiçbir zaman matematikçinin dairesi ve teğeti değildir. Matematikçinin düşündüğü daire ve teğet tamamıyla ideal olan şekillerdir. Bu ideal şekiller olmasaydı, algılarımızın hiçbir şeyi bilmesi mümkün olamayacaktı. Şayet matematiğin ideal şekillerini yok sayarsak, geriye ne sayma ve ne de ölçme kalır. Bunun içindir ki önce "manevi (tinsel) gözümüz" ile ideal şekillerin bulunduğu evreni görmek, sonra da orada gördüklerimizi somut şeylere uygulamak gerekir.

Platon'un matematiğe ilgisiyle karakteristik nitelik kazanan son zamanlarındaki felsefesi konusunda fazlaca bir şey bilmiyoruz. Bu konuda kendi eserlerinden çok hocasını eleştiren, onunla tartışan Aristoteles'ten bilgi edinmekteyiz. Aristoteles'ten edindiğimiz bilgilere göre, Platon felsefi çalışmalarının son döneminde "ideler" ile "sayılar" arasında ilişki kurmuştur. Sayılar dizisini; ideler evrenini en güzel yansıtan, ideler evreninin ilk basamağını oluşturan evren olarak düşünüyormuş. Yaşamının son yıllarında ise tüm ideleri sayılara dönüştürebilecek kadar konuyu yönlendirmiş ve ideler birer sayı olmuş. Böyle olunca Platon Pisagorculara çok yaklaşmış oluyor. Biz onun matematik ile olan ilgisinde Pisagorcuların etkili olduğunu biliyoruz.

Pisagorculuk Platon'un ölümünden sonra da Akademi'ye egemen olmayı sürdürmüştür. Akademi bir "vakıf' idi, kendine ait serveti ve geliri vardı. Bunun için bu kurum, kurucusu olan Platon'un ölümünden sonra da çalışmalarını sürdürmüştür. Yunanistan için yeni bir okul, yeni bir cemaat tipini oluşturmuştur. Akademi bir çeşit üniversite idi. Burada çeşitli dersler okutuluyordu. Yalnız tüm dersler birbiriyle birlik ve beraberlik ruhu içinde bulunuyordu. Yani, aynı felsefi bir görüş çeşitli açılardan yorumlanıyordu. Felsefe konularından başka matematik ve müzik dersleri de gösteriliyordu. Akademi yönetiminin başında bir müdür bulunuyordu. Ölen müdürün yerine yenisi seçim ile işbaşına getiriliyordu. Platon'un ölümünden sonra ilk müdürlüğü Speusippus yapmıştır. Bundan sonra Akademi, çeşitli kişilerin yönetiminde çalışmalarına devam etmiştir. İlk Çağ'ın sonlarına kadar varlığını sürdürmüştür.
 
Platon'un Mağarası Nedir? Mağara Alegorisi Ne Demektir?

Platon dünyanın gerçekte nasıl olduğunu yalnızca filozofların anladığını düşünür.




Filozof duyularına dayanarak değil de düşünmeyle gerçekliğin doğasını keşfederler. Bu fikri anlatmak için Platon bir mağarayı betimler. Bu hayali mağarada, yüzleri duvara dönük, zincirlerle bağlı insanlar vardır. Önlerinde, gerçek şeyler olduğuna inandıkları titreşen gölgeleri görebilirler. Gördükleri gerçek değil, arkalarında yanan bir ateşin önünde duran nesnelerin meydana getirdiği gölgelerdir. Bu insanlar tüm yaşamlarını, duvara yansıyan gölgelerin gerçek dünya olduğunu düşünerek geçirirler. Sonrasında içlerinden biri zincirlerini kırar ve ateşe doğru döner. Gözleri ilkin bulanıktır, ama sonra nerede olduğunu görmeye başlar. Mağaradan sendeleyerek çıkar ve nihayet güneşe bakabilir. Mağaraya geri döndüğünde, dışarıdaki dünya hakkında söylediklerine kimse inanmaz. Zincirlerini kıran kişi bir filozof gibidir. Görünüşlerin ötesini görür. Sıradan bir insan gerçeklik hakkında az bir fikre sahiptir, çünkü onu derinlemesine düşünmektense, hemen önünde duran şeye bakmaktan hoşnuttur. Ne var ki görünüşler aldatıcıdır. Gördükleri gölgelerdir, gerçeklik değil.

Ömrünüz boyunca, ellerinizden ve ayaklarınızdan zincire vurulmuş bir hâlde, karşınızda, birkaç metre ötenizde bir duvar olacak biçimde, karanlık bir mağaraya hapsedildiğinizi düşünün. Öyle bağlanmışsınız ki başınızı kıpırdatmanız bile imkânsız. Bu nedenle yalnızca tam karşınızda bulunan duvara bakabiliyorsunuz. Arkanızda ise cayır cayır yanan bir ateş var. Sizinle ateşin arasında da sizi tutsak edip bağlayanların gündelik yaşamlarını geçirirken kullandıkları bir yol var. Sizin ve mağaradaki öteki tutsakların gördüğünüz ve düşünebildiğiniz, üzerine söz söyleyebildiğiniz tek şey, ateş ile sizin aranızdan geçenlerin duvara yansıyan gölgelerinden ibaret...




Şimdi zincirlerden kurtulduğunuzu ve mağarada serbestçe dolaşabildiğinizi hayal edin. Sonra yavaş yavaş mağaranın içindeki durumu açıkça görmeye ve eskiden salt gerçeklikler olarak algıladığınız gölgelerin gerçek kaynağını anlamaya başlarsınız. En sonunda mağaradan ayrılıp güneşin aydınlattığı dış dünyaya çıkarsınız ve pırıl pırıl bir dünyada, var olan bütün gerçekliği, bütün çıplaklığıyla görürsünüz.

Yunan filozof Platon'un kullandığı birçok imge ve benzetmenin arasından muhtemelen en ünlüsü olan Mağara Alegorisi, filozofun idealar kuramı çerçevesinde anlattığı ideal devlet biçimini ve bu devletin ideal yöneticisi olan filozof kralı tanımladığı "Devlet" isimli yapıtının 7. kitabında yer alır.

Platon'un mağarasının nasıl yorumlanması gerektiğinin ayrıntıları çok tartışılmışsa da genel anlamı açıktır. Mağara, "değişim alemi"ni temsil eder. Bu alemde her şey kusurludur ve sürekli olarak değişir. Sıradan insanları simgeleyen zincire vurulmuş tutsaklar, sanı ve yanılsamalardan oluşan bir dünyanın baş aktörleridir. Mağaranın dışında bulunan dünya ise "varlık alemi"ni temsil eder. Kusursuz, ebedi ve değişmez olan şeyler, bu hakikat evreninde yer alır.

Platon'a göre bilinen şeyler sadece gerçek olmakla kalmayıp aynı zamanda kusursuz ve de değişmez olmalıdır. Ne var ki mağaranın içindeki dünyada bulunan hiçbir şey bu tanıma uymaz. Çünkü görünen dünyadaki hiçbir şey bir bilgi nesnesi ve gerçeklik olamaz. Bu nedenle Platon'ın "idealar" diye tanımladığı kusursuz ve değişmez varlıkların yer aldığı başka bir evren daha söz konusu olmalıdır. Buranın adı da "İdealar dünyası"dır. İdealar dünyasında, örneğin, bir Adalet İdeası vardır. Görünen evrendeki herhangi bir adil eylem, sadece idealar evrenindeki bu adalet ideasının bir kopyası ya da taklidi olarak var olabilir.

Mağara alegorisinde, idealar arasında hiyerarşik bir yapı mevcuttur. Bu yapının en üstünde, İyilik İdeası ve onun temsilcisi olan güneş vardır.
 
Geri
Üst