- Cihaz
- iPhone 13 pro Max
- Katılım
- 10 Haz 2018
- Konular
- 511
- Mesajlar
- 2,081
- Çözümler
- 2
- Tepkime puanı
- 1,281
- Puanları
- 2,464
- Konum
- Türkiye
Çağdaş insanın yabancılaşması probleminin almış olduğu boyut, önceki dönemlere göre farklılık göstermektedir. Artık yabancılaşma, sadece sosyal boyutu olan bir süreç olmaktan çıkmıştır. Sonuçta da çağdaşlarımız olan bireyler ve elbette ki biz de; kendimizle, diğer insanlarla ve doğayla daha zengin ilişkiler kurabilmek için, çeşitli yollar geliştirmeye çalışıyoruz.
İnsan, bir yandan, büyük bir hızla “madde” dünyasını zenginleştirmiş, mesela teknikte, yüzyıl hatta elli yıl önce hayal gücünü bile aşan beceriler edinmiş, bilimde, felsefede ve sanatta boyutlarını genişletmiş olmasına rağmen; kendi kendisiyle ya da çevresi ile kurduğu ya da kurmaya çalıştığı ilişkilerde yoğun bir başarısızlık yaşar hale gelmiştir.
Tüm bunların sonucunda da, günümüz çalışanı için söz konusu olan değişiklikler göz ardı edilemez. Çıplak sömürü yerini, örtük ve gizli olana bırakmış, baskı mekanizmaları da karmaşıklaşmıştır. Bu da, aslında sosyal yaşam ötesinde daha fazla anlam ifade eden insanın, yabancılaşmayı kendisiyle bütünleştirmesi sonucunu doğurmuştur. Bu günün insanının en belirgin özelliği, kendi kendisini büyük bir hızla unutmaya, kimliğini yitirmeye başlamasıdır.
İnsanın geleceğine yön verebilmesi, çok sayıda farklı etmenin dikkate alınmasıyla mümkündür. Gelecek insan için, bütün imkânların gerçekleşmeye hazır olarak bekledikleri bir süreç değildir. İnsanın, bir seçenekte karar kıldıktan sonra, buna göre hareket ederek, bütün hayallerine ulaşabileceği düşünülemez.
Bu durumdan çıkış yolu aramak adına ya da kaçınılmaz bir yapı arz eden yabancılaşma ve çeşitlerini bertaraf etme adına, nedir insanın denediği alternatifler?
Bazı çağdaş sanat felsefecileri, insanın sanat eserlerinde açığa çıkarılan çatışmalarını ve yabancılaşmasını, genellikle toplumsal koşulları ölçüt alarak değerlendirmişlerdir.
“Gelecek Şoku” adlı incelemede Alvin Toffler, çağımızda görülen temel aykırılığın, çevresindeki değişimlerin hızına, insanın ayak uyduramaması olarak değerlendirmiştir.
Oysa şöyle der Aristoteles; “Dünya birbirinden kopuk bireylerin bir toplamı değildir; tüm bireyler bir şekilde birbirleriyle bağlantılıdır.”
İnsan ile kendisi arasında durmadan yükselen bir duvar! Sonuçta insan, tüm çabasına rağmen, gelişimini değil, yabancılaşmasını artırmıştır en fazla… Bu nedenledir ki insan, bu duvarı yıkamadığı oranda, yıkmakla uğraştığı başka duvarların enkazı altında kalma tehlikesi ile yaşayacaktır.
İnsanın kendi türünü ortadan kaldırabilecek bir güce ulaşması ve bu gücü de, bu amaç için kullanmaktan kaçınmaması, büyük bir sıkıntıdır.
Hegel; “Eğer insanın hayvandan düşünme yetisi ile ayrıldığı doğru ise, o halde insani olan her şey, yalnızca ve yalnızca düşünme yetisi ile meydana getirilmesi bakımından insanidir.”, der.
Somut insanı bize duyuran başlıca yazarlardan biri olan George Büchner, “Woyzeck” adlı oyununda, insan ile hayvan arasındaki sınırın, nasıl erimeye yüz tuttuğu üzerinde durur.
19. yüzyıl, insan boyutunda değerlendirildiğinde, çözülen bir toplum yapısı ile çıkar karşımıza. Bu yüzyılda, Batı Avrupa insanının benliğinde, yavaş yavaş şu düşüncenin kök saldığı gözlenmektedir: “Birer kuklayız biz, bilinmeyen güçler tarafında ipe çekilmiş, asla kendimiz değiliz. Hayaletlerin ellerine alıp savaştığı kılıçlarız, Şu farkla ki, eller görünmemekte, tıpkı masallarda olduğu gibi…”
Herman Hesse “Klingsor’un Son Yazı” adlı çalışmasında şöyle der: “... Herkesin kendine ait bir yıldızı var. Herkesin kendine ait bir de inancı. Bense yalnızca tek bir şeye inanıyorum: Çöküşe. Uçuruma doğru giden bir arabadayız ve arabayı çeken atlarsa alabildiğine ürkmüş. Bizler çöküyoruz; hepimiz ölmeliyiz ve böylelikle yeniden doğmak zorundayız da. Büyük dönüm noktası geldi çattı bizler için. Bu her alanda yaşanıyor:
Büyük savaş, sanattaki büyük değişim, batı devletlerinin büyük yıkılışı. Köhne Avrupa’da yaşayan bizlere iyi olan, bize özgü olan her şey öldü. O güzelim aklımız çıldırıyor. Paramız kâğıt parçası artık. Makinelerimiz ise yalnızca kurşun atmakta. Sanatımız bir intihar. Çöküyoruz dostlar, bu apaçık ortada...”
İskoç şair Robert Burns’ün “Ulusal Zafere Şükretme Üzerine” adlı şiirindeki birkaç dizede gayet güzel ifade edilmiştir:
Siz ikiyüzlüler! Sizin oyununuz bu mu?
İnsanları öldürmek ve Tanrıya şükretmek?
Ayıptan vazgeç! Gitme daha ileri:
Tanrı kabul etmez senin cani teşekkürlerini.
Hareket noktası doğrudan doğruya yaşayan insan olan Nietzsche, çağının durumunu şöyle değerlendirir: “Dinin suları kabarıyor ve arkasında bataklıklar ve suyu durgun göller bırakıyor. Milletler, düşmanca birbirinden ayrılıyor, birbirini parçalamak istiyor. Dünya, sevgi ve iyilikten daha yoksun hiç olmamıştı.” Dünyanın zenginleşmesi ile yoksullaşmasının doğru orantılı olarak artmaya başladığı bu dönemde, insan yabancılaşması da, ilk kez bir problem niteliği taşıyarak, düşünce dünyasına girmiştir.
Marx’a göre de felsefe, dünyanın yaşama koşullarının, köklü bir değişikliğe uğratılmasına yönelik bir uğraştır. Filozoflar, dünyayı sadece farklı bir gözle algılamazlar ona göre, en önemlisi de, dünyayı değiştirmektir. Öncelikle de, yaşam biçimlerinin eleştirisi üzerinde durur ve üç tür yabancılaşma ve eleştirisi üzerinde değerlendirmelerde bulunur:
• Burjuvanın ekonomik yapısının eleştirilmesinden, ekonomik yabancılaşma;
• Devlet yapısının eleştirilmesinden, politik yabancılaşma ve
• Dinin eleştirisinden, dinsel yabancılaşma.
Bertolt Brecht, acılarını dile getirirken işlemiş, değerlendirmiştir tüm bunları; ola ki bir parça yumuşatmıştır da: “Acılar geçip gitti ama, şiirler kaldı, denir cin fikirlice ve eller ovuşturulur. Ama ya acılar geçip gitmemişlerse?"
Christhopher Caudwell, George Thomson ve Georg Lukacs gibi düşünürler sanatın insanlık tarihi içindeki evrimini ele alan araştırmalarında; toplu tapınma törenlerinden, ortak üretime yönelik çalışmalardan geçerek sanatın nasıl kendi başına bağımsız bir uğraşa dönüştüğü üzerinde durmuşlar ve her biri kendi bakış açısında sanatın daha sonraki üretim düzenlerinde nasıl bir işlev yüklendiğini açıklamaya çalışmışlardı.
Ernest Fischer de, “Sanatın Gerekliliği” adlı bu yapıtında adı geçen Marksist düşünürlerin eleştiri geleneğini sürdürerek benzer sorunlara çağdaş bir yaklaşımla daha büyük bir açıklık kazandırmayı deniyor. Kitapta yer alan "Sanatın Görevi", "Sanatın Başlangıcı", "Sanat ve Kapitalizm", "Öz ve Biçim", "Gerçekliğin Yitirilmesi ve Bulunması" gibi bölümlerde sanatın evrimi başlangıcından günümüze kadar sergilenirken, çeşitli sanatlarla değişik toplum yapıları arasındaki ilişkiler gözden geçiriliyor ve geçmişin daha sağlıklı ve işlevsel sanat yapıtlarından verilen örneklerle gelecekte sanatların ve sanatçıların topluma nasıl yön verebilecekleri, dünyayı nasıl değiştirebilecekleri gösterilmek isteniyor.
Engels’in sık sık öne çıkarıp tartıştığı bir vurgulama da şu noktadadır; “... Hiç kimsenin aklına bir bakışla bile diğerini şereflendirmek gelmiyor. Bu hayvani ilgisizlik ve özel çıkarları içinde her birinin duygusuzca yalıtılması, bireylerin sayısı sınırlı bir yer içinde, kalabalıklaştıkça daha itici, daha çirkin bir hal alıyor.
Kişinin bu yalıtılmasının ne denli farkına varırsa varsın, bu dar kendini arayış, çağdaş toplumumuzun her yerde temel prensibidir. Ama hiç bir yerde, bu büyük kentin kalabalığının ortasındaki kadar yüzsüzce kendini açığa vurmuş ve böylesine kendi bilincine varmış değildir. İnsan ırkının her birinin ayrı prensipleri ve ayrı amaçları olduğu zerrelere (monads) bölünmesi, en aşırı noktasına dek burada gerçekleşmiş.”
Sonuçta, insanoğlunun bu gün geldiği noktanın daha da boyutlandırdığı yabancılaşma ve yabancılaşmanın artırdığı aşırılıklar! Gelinen son noktayı “Şiddetin Felsefesi”nde değerlendirmiştik.
Bu doğrultuda, gelinen yabancılaşma noktasından, bir nebze de olsa uzaklaşabilmek, kendimize bir adım daha yaklaşabilmek ve Tolstoy’un Anna Kareninası’nda katharsis’i (arınmayı) arayan karakterler misali arınabilmeyi sağlayabilmek adına, şimdi sıra Sanat’ta ve Sanat Felsefesi’nde…
Benim hala umudum var!
Nilsun Urallı
İnsan, bir yandan, büyük bir hızla “madde” dünyasını zenginleştirmiş, mesela teknikte, yüzyıl hatta elli yıl önce hayal gücünü bile aşan beceriler edinmiş, bilimde, felsefede ve sanatta boyutlarını genişletmiş olmasına rağmen; kendi kendisiyle ya da çevresi ile kurduğu ya da kurmaya çalıştığı ilişkilerde yoğun bir başarısızlık yaşar hale gelmiştir.
Tüm bunların sonucunda da, günümüz çalışanı için söz konusu olan değişiklikler göz ardı edilemez. Çıplak sömürü yerini, örtük ve gizli olana bırakmış, baskı mekanizmaları da karmaşıklaşmıştır. Bu da, aslında sosyal yaşam ötesinde daha fazla anlam ifade eden insanın, yabancılaşmayı kendisiyle bütünleştirmesi sonucunu doğurmuştur. Bu günün insanının en belirgin özelliği, kendi kendisini büyük bir hızla unutmaya, kimliğini yitirmeye başlamasıdır.
İnsanın geleceğine yön verebilmesi, çok sayıda farklı etmenin dikkate alınmasıyla mümkündür. Gelecek insan için, bütün imkânların gerçekleşmeye hazır olarak bekledikleri bir süreç değildir. İnsanın, bir seçenekte karar kıldıktan sonra, buna göre hareket ederek, bütün hayallerine ulaşabileceği düşünülemez.
Bu durumdan çıkış yolu aramak adına ya da kaçınılmaz bir yapı arz eden yabancılaşma ve çeşitlerini bertaraf etme adına, nedir insanın denediği alternatifler?
Bazı çağdaş sanat felsefecileri, insanın sanat eserlerinde açığa çıkarılan çatışmalarını ve yabancılaşmasını, genellikle toplumsal koşulları ölçüt alarak değerlendirmişlerdir.
“Gelecek Şoku” adlı incelemede Alvin Toffler, çağımızda görülen temel aykırılığın, çevresindeki değişimlerin hızına, insanın ayak uyduramaması olarak değerlendirmiştir.
Oysa şöyle der Aristoteles; “Dünya birbirinden kopuk bireylerin bir toplamı değildir; tüm bireyler bir şekilde birbirleriyle bağlantılıdır.”
İnsan ile kendisi arasında durmadan yükselen bir duvar! Sonuçta insan, tüm çabasına rağmen, gelişimini değil, yabancılaşmasını artırmıştır en fazla… Bu nedenledir ki insan, bu duvarı yıkamadığı oranda, yıkmakla uğraştığı başka duvarların enkazı altında kalma tehlikesi ile yaşayacaktır.
İnsanın kendi türünü ortadan kaldırabilecek bir güce ulaşması ve bu gücü de, bu amaç için kullanmaktan kaçınmaması, büyük bir sıkıntıdır.
Hegel; “Eğer insanın hayvandan düşünme yetisi ile ayrıldığı doğru ise, o halde insani olan her şey, yalnızca ve yalnızca düşünme yetisi ile meydana getirilmesi bakımından insanidir.”, der.
Somut insanı bize duyuran başlıca yazarlardan biri olan George Büchner, “Woyzeck” adlı oyununda, insan ile hayvan arasındaki sınırın, nasıl erimeye yüz tuttuğu üzerinde durur.
19. yüzyıl, insan boyutunda değerlendirildiğinde, çözülen bir toplum yapısı ile çıkar karşımıza. Bu yüzyılda, Batı Avrupa insanının benliğinde, yavaş yavaş şu düşüncenin kök saldığı gözlenmektedir: “Birer kuklayız biz, bilinmeyen güçler tarafında ipe çekilmiş, asla kendimiz değiliz. Hayaletlerin ellerine alıp savaştığı kılıçlarız, Şu farkla ki, eller görünmemekte, tıpkı masallarda olduğu gibi…”
Herman Hesse “Klingsor’un Son Yazı” adlı çalışmasında şöyle der: “... Herkesin kendine ait bir yıldızı var. Herkesin kendine ait bir de inancı. Bense yalnızca tek bir şeye inanıyorum: Çöküşe. Uçuruma doğru giden bir arabadayız ve arabayı çeken atlarsa alabildiğine ürkmüş. Bizler çöküyoruz; hepimiz ölmeliyiz ve böylelikle yeniden doğmak zorundayız da. Büyük dönüm noktası geldi çattı bizler için. Bu her alanda yaşanıyor:
Büyük savaş, sanattaki büyük değişim, batı devletlerinin büyük yıkılışı. Köhne Avrupa’da yaşayan bizlere iyi olan, bize özgü olan her şey öldü. O güzelim aklımız çıldırıyor. Paramız kâğıt parçası artık. Makinelerimiz ise yalnızca kurşun atmakta. Sanatımız bir intihar. Çöküyoruz dostlar, bu apaçık ortada...”
İskoç şair Robert Burns’ün “Ulusal Zafere Şükretme Üzerine” adlı şiirindeki birkaç dizede gayet güzel ifade edilmiştir:
Siz ikiyüzlüler! Sizin oyununuz bu mu?
İnsanları öldürmek ve Tanrıya şükretmek?
Ayıptan vazgeç! Gitme daha ileri:
Tanrı kabul etmez senin cani teşekkürlerini.
Hareket noktası doğrudan doğruya yaşayan insan olan Nietzsche, çağının durumunu şöyle değerlendirir: “Dinin suları kabarıyor ve arkasında bataklıklar ve suyu durgun göller bırakıyor. Milletler, düşmanca birbirinden ayrılıyor, birbirini parçalamak istiyor. Dünya, sevgi ve iyilikten daha yoksun hiç olmamıştı.” Dünyanın zenginleşmesi ile yoksullaşmasının doğru orantılı olarak artmaya başladığı bu dönemde, insan yabancılaşması da, ilk kez bir problem niteliği taşıyarak, düşünce dünyasına girmiştir.
Marx’a göre de felsefe, dünyanın yaşama koşullarının, köklü bir değişikliğe uğratılmasına yönelik bir uğraştır. Filozoflar, dünyayı sadece farklı bir gözle algılamazlar ona göre, en önemlisi de, dünyayı değiştirmektir. Öncelikle de, yaşam biçimlerinin eleştirisi üzerinde durur ve üç tür yabancılaşma ve eleştirisi üzerinde değerlendirmelerde bulunur:
• Burjuvanın ekonomik yapısının eleştirilmesinden, ekonomik yabancılaşma;
• Devlet yapısının eleştirilmesinden, politik yabancılaşma ve
• Dinin eleştirisinden, dinsel yabancılaşma.
Bertolt Brecht, acılarını dile getirirken işlemiş, değerlendirmiştir tüm bunları; ola ki bir parça yumuşatmıştır da: “Acılar geçip gitti ama, şiirler kaldı, denir cin fikirlice ve eller ovuşturulur. Ama ya acılar geçip gitmemişlerse?"
Christhopher Caudwell, George Thomson ve Georg Lukacs gibi düşünürler sanatın insanlık tarihi içindeki evrimini ele alan araştırmalarında; toplu tapınma törenlerinden, ortak üretime yönelik çalışmalardan geçerek sanatın nasıl kendi başına bağımsız bir uğraşa dönüştüğü üzerinde durmuşlar ve her biri kendi bakış açısında sanatın daha sonraki üretim düzenlerinde nasıl bir işlev yüklendiğini açıklamaya çalışmışlardı.
Ernest Fischer de, “Sanatın Gerekliliği” adlı bu yapıtında adı geçen Marksist düşünürlerin eleştiri geleneğini sürdürerek benzer sorunlara çağdaş bir yaklaşımla daha büyük bir açıklık kazandırmayı deniyor. Kitapta yer alan "Sanatın Görevi", "Sanatın Başlangıcı", "Sanat ve Kapitalizm", "Öz ve Biçim", "Gerçekliğin Yitirilmesi ve Bulunması" gibi bölümlerde sanatın evrimi başlangıcından günümüze kadar sergilenirken, çeşitli sanatlarla değişik toplum yapıları arasındaki ilişkiler gözden geçiriliyor ve geçmişin daha sağlıklı ve işlevsel sanat yapıtlarından verilen örneklerle gelecekte sanatların ve sanatçıların topluma nasıl yön verebilecekleri, dünyayı nasıl değiştirebilecekleri gösterilmek isteniyor.
Engels’in sık sık öne çıkarıp tartıştığı bir vurgulama da şu noktadadır; “... Hiç kimsenin aklına bir bakışla bile diğerini şereflendirmek gelmiyor. Bu hayvani ilgisizlik ve özel çıkarları içinde her birinin duygusuzca yalıtılması, bireylerin sayısı sınırlı bir yer içinde, kalabalıklaştıkça daha itici, daha çirkin bir hal alıyor.
Kişinin bu yalıtılmasının ne denli farkına varırsa varsın, bu dar kendini arayış, çağdaş toplumumuzun her yerde temel prensibidir. Ama hiç bir yerde, bu büyük kentin kalabalığının ortasındaki kadar yüzsüzce kendini açığa vurmuş ve böylesine kendi bilincine varmış değildir. İnsan ırkının her birinin ayrı prensipleri ve ayrı amaçları olduğu zerrelere (monads) bölünmesi, en aşırı noktasına dek burada gerçekleşmiş.”
Sonuçta, insanoğlunun bu gün geldiği noktanın daha da boyutlandırdığı yabancılaşma ve yabancılaşmanın artırdığı aşırılıklar! Gelinen son noktayı “Şiddetin Felsefesi”nde değerlendirmiştik.
Bu doğrultuda, gelinen yabancılaşma noktasından, bir nebze de olsa uzaklaşabilmek, kendimize bir adım daha yaklaşabilmek ve Tolstoy’un Anna Kareninası’nda katharsis’i (arınmayı) arayan karakterler misali arınabilmeyi sağlayabilmek adına, şimdi sıra Sanat’ta ve Sanat Felsefesi’nde…
Benim hala umudum var!
Nilsun Urallı