Ünlü Filozoflar ve hayatları

KS
KS

Alper Türk

Yönetici
Moderatör
Apple Expert
Adım
Alper
Cihaz
İPhone 12 Pro
Katılım
22 May 2019
Konular
462
Mesajlar
1,536
Çözümler
8
Tepkime puanı
1,909
Puanları
2,099
Konum
İstanbul
Epikuros

(M.Ö. 341 - 270) Yunan filozofu. Samos'da doğan Epiküros, Aristippos'un hazcı ahlakını geliştirip bunu Demokritos'un atom öğretisiyle birleştirerek kendi öğretisini (Epikürosçuluk) kurdu. Midilli (M.Ö. 306-30) ve Lampsakos'da ders verdikten sonra Atina'ya yerleşti ve satın aldığı bahçede öğrencileriyle birlikte yaşadı. Epikurosçuların bu bahçede bir araya geldiği söylenir. Bu yüzden bunlara "bahçe filozofları" da denir. Bahçenin girişinde şu sözlerin yazılı
QJIrEIa.jpg

olduğu bir tabela olduğu da söylenir; "Ey yabancı! Burada mutlu olacaksın. Burada haz en üstün iyiliktir."

Doğanın atomların birleşmesinden oluştuğuna inanan Epikuros'un ahlak anlayışı insanın mutluluğa varmasını amaç alır. Mutluluğa zevklerin akıllıca ve zorunlu zevklere yönelmesi, doğal ama zorunlu olmayan zevkleri benimsemesi, doğal ve zorunlu olmayan zevklerden de vazgeçmesi gerekmektedir.

Demokritos'un "ölümden sonra bir hayat yoktur, çünkü insan ölünce ruh atomları dört bir yana dağılır" sözlerinden etkilenen Epikuros, gayet basit bir şekilde "ölüm bizi ilgilendirmez" diyordu. "Biz var olduğumuz sürece, ölüm yoktur; ölüm olunca da, biz artık yokuz." Epikurosçular Stoacıların tersine politika ve toplumsal yaşamla fazla ilgilenmediler.

Epiküros'un öğüdü "gizli yaşa!" idi. Epikuros kendi kurtuluşcu felsefesini "dört ilaç" adını verdiği şu dört noktada özetledi: Tanrılardan korkmamız gerekmez. Ölümden kaygı duymamız gerekmez. İyiyi elde etmek kolaydır. Korkunç olana katlanmak kolaydır.
 
KS
KS

Alper Türk

Yönetici
Moderatör
Apple Expert
Adım
Alper
Cihaz
İPhone 12 Pro
Katılım
22 May 2019
Konular
462
Mesajlar
1,536
Çözümler
8
Tepkime puanı
1,909
Puanları
2,099
Konum
İstanbul
John Rawls (1921-2002)

Amerikalı ahlâk ve siyaset felsefecisi. Rawls , hocalık yaptığı yıllar boyunca Princeton Üniversitesi, Cornell Üniversitesi, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü ve Harvard üniversitesi'nde dersler vermiştir. Bir Adalet Kuramı (A Theory of Justice, 1971) başlığını taşıyan kitabı siyaset kuramı alanında yirminci yüzyılda yazılmış en önemli kitap diye görülmektedir. Rawls, ceza üstüne 1950'lerde yazdığı ilk yazılarından tutun da etik ile
NFMAsCS.jpg

doğruluğun temellerine yönelik yazılarına dek hemen bütün yazılarında toplumsal adalet ya da adaletin eşit dağılımı sorunlarıyla uğraşmıştır.

Bir Adalet Kuramı başlıklı çalışmasında daha önceki çalışmalarında vardığı ana sonuçları biraraya getirerek "doğruluk/haktanırlık olarak adalet" diye adlandırdığı özgün bir toplumsal adalet anlayışını kapsamli bir biçimde savunmaya çalışmaktadır. Bunu yaparken, egemen ahlâk felsefesi olarak nitelendirdiği yararcılığın karşısına toptan başka bir seçenek getirdiği görüşündedir. Söz konusu yapıtında ayrıca liberal adalet anlayışının temel il- kelerini sözleşmecilik çerçevesinde savunan bir kuram geliştirerek, bir bakıma siyaset kuramında toplumsal sözleşme geleneğini yeniden canlandırmaya giriştiği görülür.


Rawls 'a göre adaletli bir toplumun temel yapısı "doğruluk/haktanırlık olarak adalet"in iki ana ilkesini onaylamaktan oluşmaktadır.

Bu ilkelerden ilkine göre her insan alabildiğine geniş temel özgürlükler dizgesi önünde eşit haklara sahiptir.

İkincisine göreyse toplumsal ve ekonomik eşitsizlikler en çok sayıda insanın yararı gözetilerek giderilme yoluna gidilmelidir.

Rawls 'un terimcesine göre, bu ilkelerden birincisinin, yani bireysel özgürlüğün, "fark ya da ayrım ilkesi" diye de bilinen ikincisi karşısında önceliği vardır. Bu nedenle, konuşma özgürlüğü ve ibadet özgürlüğü gibi birtakım temel özgürlükler toplumun daha az avantajlı olan kesimlerinin üyelerinin konumlarını geliştirmelerine engel olacak biçimde işletilemezler. Bu anlamda toplumsal kurumlar toplumun refah açısından en kötü durumda olan kesimlerinin durumlarının iyileştirmek için tasarlanmak zorundadırlar.

Rawls 'un bu iki ana ilke üstüne bina edilmiş genel adalet anlayışı uyarınca savunulan çoğıınluk kuralı şu tümceyle özlü bir biçimde dile getirilebilir: ' "Birincil düzeydeki bütün toplumsal iyiler -özgürlük, fırsat, gelir, refah, saygınlık- eşit dağıtılmalıdır; bu iyilerden her- hangi birinin ya da bir bölümünün eşit dağıtılmayışına ancak daha kötü durumda olan kesimlerin yararının gözetildiği durumlarda izin vardır."

Ne var ki Rawls 'un bu sonucu temellendirirken sunduğu uslamlama, kuramının en tartışmaya açık yönünü oluşturur. "Doğruluk/haktanırlık olarak adalet" düşüncesi öteki bütün adalet anlayışlarından daha yeğlenir bir şeydir. çünkü "ilk konum" adlı varsayımsal bir başlangıç noktasından seçeceğimiz tek görüştür. Burada ilgilerimize, tercihlerimize, bağlamlarımıza ilişkin herhangi bir bilgimiz olmadığından, tam bir tarafsızlıkla seçmeye zorlanırız. İşte bu "cehalet perdesi"nin arkasından usu olan birer kişi olarak yararcı, sezgici, benci seçenekleri reddedecek, "doğruluk/ haktanırlik olarak adalet" anlayışını usa yatkın tek seçenek olarak kabul edeceğizdir.

Bir Adalet Kuramının yayımlanmasından sonra yirmi yılı aşkın bir süre boyunca Rawls yeni bir kitap yazmaya girişmemiş, bir yandan kuramını gözden geçirerek onu iyiden iyiye temellendirmeye yönelik yazılar kaleme alırken bir yandan da kuramına ilişkin eleştirileri yanıtlamaya çalışmıştır. Rawls bu sessizliğini 1993 yılinda yayımladığı ve ilk kitabının bir devamı olarak alınabilecek Siyasal Liberalizm (Political Liberalism) ile bozmuştur. Çoğulcu ve eşitlikçi bir liberalizm savunusu olan Siyasal Liberalizm’de Rawls , özgün kuramı olan “doğruluk/haktanırlık olarak adalet” uslamlamasını liberalizmin çoğulculuğuna daha bir uygun hale getirme uğraşı içine girmiştir.

Rawls ’ın bu kitabındaki temel amacı , taşları yerine oturmuş bir demokraside , demokrasi kültürünün iyice yeşerdiği bir toplumda tüm yurttaşlarca kabul görecek haktanır bir adalet anlayışını kamusal düzeyde gerekçelendirip temellendirmektir.
 
KS
KS

Alper Türk

Yönetici
Moderatör
Apple Expert
Adım
Alper
Cihaz
İPhone 12 Pro
Katılım
22 May 2019
Konular
462
Mesajlar
1,536
Çözümler
8
Tepkime puanı
1,909
Puanları
2,099
Konum
İstanbul
Nicolai Hartmann

Nicolai Hartmann (Niklāvs Hartmanis; d. 1882, Riga, Letonya - ö. 1950), ünlü Alman spekülatif metafizikçisi ve düşünürüdür.

Agnostik (bilinemezci), usaaykırıcı (irrasyonalist) ve düşünceci (idealist)dir. Marburg ve Berlin üniversitelerinde profesörlük yapmıştır. Kendine özgü ve Husserl’in olaybilimine (fenomonoloji) dayanan bir varlıkbilim (ontoloji) geliştirmiştir.

vqpGcxM.jpg

Bilgi ve varlık öğretisi dışında, insan ve insani değerleri ön plana çıkartan ahlak anlayışıyla da, 20. yüzyıl felsefesinin en önemli düşünürlerinden biri olan Hartmann Batı felsefesi geleneğinin, Descartes'tan beri, düşünen özneden hareket ettiğini ve bunun da büyük bir yanlış olduğunu savunmuştur. Ona göre, bağımsız bir gerçekliğe ilişkin bir kavrayış, bene ilişkin kavrayış kadar doğrudan ve aracısızdır. Hartmann bu bağlamda tüm felsefi problemlerin ontolojik nitelikte problemler olduğunu söylemiştir; onlar, bize verilen varlık türünü anlama yönündeki girişimlerdir. Hartmann'a göre, bilgi, her zaman bir nesnenin kavranmasıdır. Bu kavrayış da nesnelerin kendiliğinden bizim bilincimize düşmesiyle değil de, tam tersine düşünen varlık olarak öznenin kendisini aşıp nesneleri kavramasıyla gerçekleşir. Bu ise, bir tasarım yoluyla olur. Bilgi, nesnenin bilinçteki yansıması olan tasarımlar yoluyla gerçekleşir. Hartmann'a göre, tasarım her ne kadar bilginin nesnesi ile var olsa da, nesnenin kendisi, bilgi söz konusu olmadığı zaman bile varolmaya devam eder. Bundan dolayı, Hartmann ontolojinin bilgi kuramına değil, fakat bilgi kuramının ontolojiye dayandığını savunmuştur. Çünkü ona göre, nesnenin bilgisinin söz konusu olabilmesi için, önce nesnenin varolması gerekir.

Hartmann’a göre insan dünyada tek başına değildir, varlık ilişkilerinin oluşturduğu bir sistem içindedir. Bu sistem insana özgü de değildir, insanın bulunmadığı yerde de vardır. İnsanın da bir parçası olduğu dünya, varlık ilişkileriyle kurulmuştur. İnsan kendini bu ilişkilerden soyutlarsa içinde bulunduğu dünyayı kavrayamaz. Varlık ilişkilerini tanımadan ne tarihin oluşumunu, ne de yaşamın toplumsal biçimleri anlaşılabilir. Bu ilişkiler bilinmedikçe insanın ruhi yapısı da anlaşılamaz. Bunun içindir ki, bir felsefi temel bilim aramak zamanımızda bir ihtiyaç olmuştur. İşte bu temel bilim, varlıkbilimdir.

Başlıca yapıtlarından birkaçı:

* Zur Grundlegung der Ontologie (Varlıkbiliminin Temelleri – 1935)
* Möglichkeit und Wirklichkeit (Olabilirlik ve Gerçek – 1938)
* Der Aufbau der realen Welt (Gerçek Dünyanın Kuruluşu – 1940)
* Philosophie der Natur (Doğa Felsefesi – 1950), Aesthetik (Estetik – 1953)
 
KS
KS

Alper Türk

Yönetici
Moderatör
Apple Expert
Adım
Alper
Cihaz
İPhone 12 Pro
Katılım
22 May 2019
Konular
462
Mesajlar
1,536
Çözümler
8
Tepkime puanı
1,909
Puanları
2,099
Konum
İstanbul
David Hume

26 Nisan 1711'de Edinburgh'da doğdu. Edinburgh Üniversitesi’nde tahsilini tamamladı, edebiyat ve hukukla ilgilendi. Kısa bir süre ticaretle uğraştı, daha sonra Fransa'ya gitti (1734) ve burada en önemli çalışması olan "İnsan Doğası Üstüne Bir İnceleme" (A Treatise of Human Nature-1739) adlı eserini hazırladı. İskoç bir asilzadeye özel öğretmen olarak hizmet ettiği kısa bir dönem dışında bütün hayatını bilimsel çalışmalar ile geçirmiştir. Yazılarının çoğunluğu felsefe,
bgtkGhl.jpg

siyaset ve tarih üzerinedir. Bunun yanında nüfus, para ve uluslararası ticaret konularında da birçok makale yazmıştır.

"Ahlak ve Siyaset Üstüne Denemeler" (Essays Moral and Political-1741-1742), "Ahlak Ilkeleri Üstüne Araştırma" (An Inquiry Concerning The Principles of Morals-1751) ve "Siyasî Söylevler" (Political Discourses-1752) adlı eserleri Hume'un bir filozof olarak ün kazanmasını sağladı. Edinburgh barosu kütüphane müdürlüğüne getirilen Hume, bu görevi sırasında yazmaya başladığı "İngiltere’nin Tarihi" (History of England-1754-1762) adlı eseri ile para ve şöhrete kavuştu. Paris'e elçilik katibi olarak gitti ve orada J.J. Rousseau ile tanıştı. İskoçya'da bir yıl kadar müsteşarlık yaptı. Ahlak ve teoloji alanındaki geleneksel Hıristiyan argümanları hakkındaki şüpheleri ve ampirik metodu tercih etmesi nedeniyle bütün fikirleri hakkında şüphe oluşturuldu. Hume’un felsefesi, Locke ampirizmine ve Berkeley'in idealizmine dayanır.

Hume aklın ilkelerini (özellikle de nedensellik ilkesini) alışkanlık ve tekrarın güçlendirdiği fikir (idea) bağlantıları olarak gördü. Hume buradan bilimsel yasaların gelecekle ilgili bir kesinlik taşıyamayacağı sonucunu çıkardı. Ayrıca Descartes'in ben'inin sadece duyumların toplamı olduğunu bu toplamdan bir 'ben' (özne) çıkarılamayacağını iddia etti. Ahlak konusunda olması gerekenin (ought) olandan (is) çıkarılamayacağını öne sürdü. Mucizelerin imkansızlığını ve insan ruhunun bedenin ölümünden sonra varolamayacağını savundu. Hume bu argümanlarıyla İngiliz deneyciliğinin ve şüpheciliğin en önemli temsilcisi oldu. Politikada muhafazakarlığı ve geleneğe bağlılığı savundu.

1769'da taşındığı Edinburgh'da 25 Ağustos 1776 tarihinde öldü. Kant'ı, kendi deyişiyle, "dogmatik uykusundan uyandıran" düşünürdür. Yakın arkadaşı Adam Smith de ondan çok etkilenmiştir.
 
KS
KS

Alper Türk

Yönetici
Moderatör
Apple Expert
Adım
Alper
Cihaz
İPhone 12 Pro
Katılım
22 May 2019
Konular
462
Mesajlar
1,536
Çözümler
8
Tepkime puanı
1,909
Puanları
2,099
Konum
İstanbul
Jacques Derrida

Jacques Derrida, 15 Temmuz 1930 El-Biar'da, ( Cezayir ) dogdu ; 8 Kasım 2004’te Paris’te öldü. Fransız bir filozof, edebiyat eleştirmeni ve Yapısökümcülük olarak bilinen eleştirel düşünce yönteminin kurucusudur.

Yaşamı ve düşüncelerinin oluşumu
a1JVzTX.jpg

Derrida'nın etkinliği yalnızca felsefeyle sınırlı olmamıştı. Özellikle '60'lardan sonra yoğunlaşan siyasal konjonktür içinde ırkçılık karşıtı hareketlerde yer aldiği, Fransa'daki Cezayir'li mültecilerin haklarını desteklediği ve ayrıca Soğuk Savaş dönemi Çekoslavakya'sının muhalif hareketlerini desteklediği ve bu nedenden 1982 yılında aynı ülkede tutuklanmış olduğu bilinmektedir. Körfez savaşı sırasında ise Alman filozof Jürgen Habermas'la birlikte Frankfurter Allgemeine'de kaleme aldıkları bir yazıda, dünya entelektüellerini ABD'nin Irak'a karşı giriştiği saldırıya tavır almaya ve Avrupa'nın dünyadaki yerini yeniden tanımlamaya giriştiği bilinir.

Paris'te Ecole Normale Superieur'de ve Sorbonne Üniversitesi'nde okudu. 1970'lerden itibaren Paris ve ABD'deki Johns Hopkins, Yale, Harvard, Kaliforniya üniversitelerinde akademik kariyerini sürdürdü.Geliştirdigi yöntem ve kavramlar edebiyat eleştirisinden sosyolojiye, kimlik sorunundan felsefeye bütün düşünsel alanlarda etkisini gösterdi ve sarsıcı sonuçlara yol açtı.

Michel Foucault, Gilles Deleuze, Fellix Guattari gibi ünlü Postyapısalcı felsefe'nin ya da başka bir değişle yapısalcılık-sonrası-teorinin kurucu öncülerinden biridir.1960'lı yıllardan itibaren geniş bir entelektüel kesimin dikkatini çekmeye başladı, özellikle düşünce tarihine yönelttiği köktenci eleştiriler ve yazmanın ( yazı'nın)doğasıyla ilgili teorik önermeleri önemsendi. J.J.Rousseau, Friedrich Nietzsche, Andre Gide, Paul Valery,Albert Camus gibi yazarları erken dönemde okuyan Derrida, Bergson ve Sartre etkisiyle felsefe çalışmalarına yönelmiştir. Bu yönelim sonrasında, sürekli felsefenin ve düşüncenin kıyılarında dolanacak, düşünce tarihi içinde geri alınması ya da yok sayılması olanaksız müdahaleler gerçekleştirecektir.

Yapısökümcülük denilen Derridacı yöntem, yani metnin derin yapılarını ayrıştırmayı hedefleyen yöntemsel yaklaşım edebiyat kuramı, dilbilim, felsefe, hukuk, sosyoloji, kültür kuramı, mimarlik gibi disiplinler başta olmak üzere birçok alanda yeni açılımlar getirdi.Onun çalışmaları köktenci bir şekilde, Platon’dan günümüze çeşitli ve karşıt eğilimlerle gelmiş olan metafizik felsefenin sorgulanması ve böyle bir sorgulama ışığında örneğin Marks, Freud ya da Nietzsche gibi düşünürlerin yeniden değerlendirilmesi olanağını sağladı.

Yapısalcılık’dan sonra
Derrida, Dil’i yeniden sorunsallaştırır. Dolayısıyla yapısalcılıgı özellikle Saussaur'u ve Levi-Strauss'u da kendi sınırlılığı çerçevesinde sorunsallaştırır. Ona göre, dil, yapısalcıların sandığı ve gösterdiklerinden çok daha fazla oynak ve belirsiz bir şeydir.Anlam, karşıtlık içinde başka bir anlama gönderme yapmaksızın doğamaz, ve analamın sınırları Dil'in tarihselliği içersinde sürelki yer değiştirir; çünkü göstergeler her zaman başka anlam bağlamlarından geçerler, başka anlamlara gelirler, asla kapatılamazlar. Bağlamdan bağlama değişen göstergeler zincirinde anlam, dolayısıyla durmadan değişen bir nitelik arz eder. Derrida bağımsız bir gösterilenler alanının olamayacağını ileri sürer. Burada iki önerme belirginleşir: Birincisi, bağımsız bir gösterilenler alanının olanaksızlğğı ve ikincisi, hiç bir şekilde ya da herhangi bir şekilde bir gösterge dizgesinden kaçılamayacağı.

De la Grammatoligie 1967’de yayınlandı. O dönem yayınlanan, yazı üzerine diger iki ayrı çalışmasıyla birlikte bunlar derida'nin çizgisinde bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Bu metinler fenomenoloji (ve Edmund Husserl’i), dilbilimi (ve Ferdinand de Sausseur’ü), psikanalizi (ve Jacques Lacan’ı), yapısalcılığı (ve Levi-Strasuss’u) eleştiriye aldığı temel ve öncü çalımalardır.Yapısalcılığı ve fenomenolojiyi, bir yapısalcının ve fenomenologun yapamayacağı şekilde kendi icinde mantıksal sonuçlarına götürerek dilin ve yapı'nın merkeziligini sorunsallaştırdı. Buna bağlı olarak yapıların tarafsızlığı önermesini bu düzlemde geçersiz kıldı.

Yapısalcılık iç-ögelerinin ayrımı olarak yapıyı tanımlamakla geleneksel felsefedeki " merkez " anlayışını yerinden etmişti. Derrida, bu noktada yapıların merkeziligine yönelik eleştirisiyle devreye girer ve yapısökümcülüğü oluşturarak yapısalcılığı yerinden eder. Yapısöküm, burada, Deconstruction’un türkçe karşılığı olarak kullanılmaktadır. Başka yerlerde bunun yapıbozum ya da yapıçözüm olarak karşılandığı da görülür.

Derrida’nın yapısalcı Dil anlayışına itirazı, kendisinin asıl temel sorgulama konusu olan mevcudiyet metafiziği (başka bazı çevirilerde "bulunuş metafizigi" olarak çevrilir) dedigi geleneksel düşünce yapısına karşı itirazının temelini oluşturur. Mevcudiyet metafizigi, Platon’dan Husserl’e ve yapısalcılığa kadar uzanmaktadır ve sonuçta hepsi bağımsız bir mevcudiyet ya da varlık alanının olduğu varsayımından haraket ederler; oysa Derrida, göstergelerin ( ya da işaretlerin) işaret ettigi ve bu göstergelerden tamamen bağımsız bir alanın olanaksızlığını ileri sürer ve gösteren'den bağımsız bir gösterilen'in mümkün olmadığını ortaya koyar.

Buna göre, anlama işaret eden işaretlerden ya da göstergelerden bağımsız bir anlam alanının olamayacağı gösterilmiş olunur, yani hiç bir koşula bağlı olmayan bir bulunuşun ya da mevcudiyetin sözkonusu olamayacağı belirtilir. Şu-anda-bulunuş, dil bağlamında sözkonusu olamaz. Çünkü " aşkın bir gösterilen yoktur ". Her gösteren, başka bir göstereni gösterir ve buradan elde edilecek olan yalnızca mevcudiyet degil anlama kaynaklık eden " gösterge zincirleri "dir. Böylece "anlam oyunu" sonusuz/ bitimsiz bir oyuna dönüşür.

Ses-merkezcilik ve Söz-merkezcilik
Derrida’nın ses-merkezcilik’i ve söz-merkezcilik’i reddedişi de tam bu noktaya ilişkindir. Bunların yapılarını sökerek Derrida, mevcudiyet metafiziginin örtülerini kaldırır. Idea, Tanrı, Akıl ya da Madde gibi merkezlerin başka nosyonlara dayanak olmaları sözkonusu olamaz Derrida'ya göre. Çünkü "aşkın bir göstergenin yokluğu" sözkonusudur. Dolayısıyla, yazı karşısında ses’e ve söz’e öncelik ve ayrıcalık verilmesi de anlamsızdır. Söz-yazı ayrımının kendisi bizzat, bu metafiziksel düşüncenin ürünüdür, yani belirli bir merkez üzerinde ikili karşıtlıklarla işleyen felsefe geleneğinin bir sonucudur. Her tür metafiziksel düşünce Derrida'ya göre ikili karşıtlıklarla taşınır. Madan Sarup bunları şöyle belirtir: gösteren /gösterilen, duyulur/ düşünülür, konuşma /yazı, söz/dil, artzamanlı/eşzamanlı, uzam/zaman, edilgenlik/etkenlik. Ayrıca bunlara daha ideolojik kullanımları olan ikilikleri de ekler: madde/tin, özne/nesne, yanlışlık/dogruluk, bedeb/ruh, temsil/mevcudiyet, görünüş/öz, içsel/dışsal vb. gibi. Derrida, yapısalcılarırın bu ikilikleri fazla sorgulamadan kabul ettiklerini söyler. Bu karşıt terimlerin her biri ancak digerinin varolmasıyla birlikte varolurlar. Derrida bunu anlamanın yöntemsel araçlarını geliştirir yapisökümcülüğü ile.

Söz-yazı ayrımı, metafiziğin en gizli ve güclü argümanının kalbindir ve kabul edilemezdir; cünkü Derrida’ya göre, geleneksel düşüncede konuşmanın birincil konuma çıkarılmasının gerisinde "bulunuş metafiziği"nin temel mantığı yatmaktadır.Buna göre konuşmada, konuşan kişi ürettiği sözle eş-anlı bulunmakta yani sözüyle arasında zamansal ya da uzamsal bir uzaklık olmamaktadır. Bu doğrudanlık, konuşmada, dolayısıyla ses ve söz'de, konuşan kişinin ürettiği söz ve o söz aracılığıyla anlatmaya çalıştığı şey arasında bir örtüşme (özdeşlik) olduğunu varsayar. Başka bir deyişle, anlamın söz'de içkin olduğunu kabul edilir burada. Derrida bunun böyle olamayacağını gösterir. Şimdi-burada-varoluş, söz’ün içinden belirlenebilecek bir şey değildir. Yazı için geçerli olan söz için de geçerlidir; her söz söyleyenin ve söylenenin yoklugunda söylenmiştir, dil’e gelen aşkın bir gösterilene asla işaret edemez.

Logos'un sökümü
Derrida yaptığı yapısökümcü okumalarla, klasik felsefenin, yani Derrida'ya göre mevcudiyet metafiziğinin bilinçdışı kaynaklarını ortaya koymaya çalışmış, metinin yapısındaki ikili karşıtlıkları sorunsalaştırmış ve böylece mevcut düşünüş yapısını sökmeyi denemiştir. Bir " merkez " ve " "dışarısı" olduğu varsayımına karşı, Derrida'nin ünlü argümanı ve sav sözü şöyledir:

Bu noktada, Derrida, nın çalışmasında Logos'a yönelik temelli itirazların geliştirildiği görülür. Batı felsefesi'nde hem söz hem de akıl anlamına gelir Logos. Derrida'nın eleştirisinin tam da bu hedeflere yöneldigi açıktır. Burada metafizik bir varlık görüşü gizlidir çünkü ve Derrida, bir yandan akıl'ın konumunu sorunşallastırarak bir yandan da söz-merkezcilik'in yapısını deşifre ederek, mevcudiyet metafiziğinin ardındaki temel dayanak olan Logos'un sökümünü gerçekleştirir. Bunun sonucunda özne'nin metafizik mecudiyet fikrinin merkezindeki konumu sona erdilir. Söz ve akıl sahibi özne artık metafizik mevcudiyetin merkezi dayanak noktası degildir.

Bazı Yapıtları
1. De la Grammatologie,1967
2. La Dissemination (Yayılım),1972
3. Marges de la philosophie (Felsefenin Kıyıları),1972
4. La verite en peinture(Resim olarak gercek), 1978
5. La cartepostale(Kartpostallar), 1980
6. Psiche, inventions de l’autre (Psiche, Ötekinin icatları),1987
7. Du Droit a la philosiphie ( Felsefe Hakkı Üzerine), 1990
8. Apories(Catışkılar), 1996
9. L’Autre cap (ÖtekiHedef Başka Baş)1991, (M.Başaran, Bağlam yay. 2003)
 
KS
KS

Alper Türk

Yönetici
Moderatör
Apple Expert
Adım
Alper
Cihaz
İPhone 12 Pro
Katılım
22 May 2019
Konular
462
Mesajlar
1,536
Çözümler
8
Tepkime puanı
1,909
Puanları
2,099
Konum
İstanbul
Georg Wilhelm Friedrich Hegel

Büyük bir sistem kurarak, Kant'ın imkansız olduğunu söylediği şeyi gerçekleştirmiş, yani rasyonel bir metafizik kurmuş olan ünlü Alman filozofudur.

2O48msP.jpg

Günümüzde Almanya'nın güneybatısında yer alan Stuttgart, Württemberg'de doğan idealist Alman filozoftur. Etkisi, hem onu takdir edenler (Bradley, Sartre, Küng, Bauer, Stirner, Marx) hem de acımasızca eleştirenler (Kierkegaard, Schopenhauer, Nietzsche, Heiddegger, Schelling) gibi çok farklı konumlardaki insanlar üzerinde çok geniş bir yelpazede olmuştur.

Felsefenin sürekli tartışılan sorunlarının fasit dairesinin dışına çıkmak için, muhtemelen felsefede ilk kez, tarih ve yapının önemli olduğunu ileri sürdü. Efendi-köle diyalektiğinin kavramsallaştırması özfarkındalık oluşması için ötekinin öneminin altını çizdi.

Bir memurun oğluydu. Tübingen'de ilahiyat okuduktan sonra Bern ve Frankfurt'ta felsefe öğretmenliğine başladı. 1805'te Jena üniversitesine profesör oldu. Başlangıçta Schelling'in öznel idealizm felsefesine inanmış görünüyordu, sonradan kendine ayrı bir sistem kurup onun savunmasını yapmaya başladı. Kurduğu bu felsefe sistemini 'phanomenologie des Geistes' adındaki eserinde anlatmıştır. Bir süre Nürnberg'de kaldıktan sonra Berlin ve Heidelberg üniversitesinde profesörlük yaptı. Bu devrede yazdığı eserler arasında 'Mantık Bilimi' ve 'Felsefe Ansiklopedisi' dikkati çekti.

Hegel'in kurduğu sisteme 'diyalektik mantık' denilir. Buna göre bir fikir(yani tez), karşısındaki başka bir tezle (anti-tezle) karışır, bundan yeni bir anlayış doğar ki buna sentez denilir.

Hegel, Kant'ın felsefesine inanmakla beraber onun fikirlerini yetersiz buluyordu. Kant'ın aksine insanların her şeyi öğrenebileceklerine inanmıştı. Hegel'e göre dünya demek mantık demekti. İnsanlar mantığın sınırlarını çözdükleri anda beşerin sınırlarını da çözmüş olacaklardı. Hegel'e göre, biricik, canlı felsefe, çelişmelerin -daha doğrusu karşıtların- felsefesidir; çiçek, meyvenin ortaya çıkmasına yol açar, ama meyvenin ortaya çıkması için de, çiçeğin ortadan kalkması gereklidir. Demek ki üremenin gerçeği, hem çiçek hem meyve olmaktır. Ölüm hem ortadan kaldırmadır, hem yeniden doğuşu sağlayan koşuldur.

Hegel ömrünün son yıllarını Berlin'de geçirdi. 1831 yazı ve sonbaharı boyunca süren kolera salgınının son kurbanlarında biri oldu. 14 Kasım'da kısa süren bir hastalıktan sonra aniden ölmüştür.

1770-1831 yılları arasında yaşamış olan Hegel'in temel eserleri: Phanomenologie des Geistes (Tinin Fenomenolojisi), Wissenschaft der Logik (Mantık Bilimi), Enzyklopadie der Philosophischen Wissenschaften im Grundrisse (Felsefi Bilimler Ansiklopedisi), Grundlinien der Philosophie des Rechts (Hukuk Felsefesinin İlkeleri).
 
KS
KS

Alper Türk

Yönetici
Moderatör
Apple Expert
Adım
Alper
Cihaz
İPhone 12 Pro
Katılım
22 May 2019
Konular
462
Mesajlar
1,536
Çözümler
8
Tepkime puanı
1,909
Puanları
2,099
Konum
İstanbul
René Descartes

(31 Mart 1596-11 Şubat 1650) Fransız matematikçi, bilimadamı ve filozof. Batı düşüncesinin son yüzyıllardaki en önemli düşünürlerinden biri.

AW3xu3f.jpg

1596 yılında La Haye (şimdi Descartes), Touraine, Fransa'da doğan ünlü düşünür, eğitimini Anjou'da bulunan bir Cizvit kolejinde gördü. Sağlık bakımından zayıf olan Descartes, özellikle çocukluğunda sık sık hastalıklarla boğuştu. 1616 yılında Poitiers Üniversitesinden hukuk diplomasını aldı. Gençlik yıllarında çeşitli dönemlerde orduda hizmette bulundu. Bu hizmetlerin dışında Avrupa'nın birçok ülkesine yolculuklar yapıp, çeşitli şehirlerde yaşadıktan sonra 1628 yılında Fransa'ya geri döndü ve felsefe ve optik üzerine değişik deneyler yaptı. Aynı yıl Hollanda'ya yerleşti.

Hayatı boyunca sabahları geç kalkma alışkanlığı oldu. 1649 yılında, zamanın İsveç Kraliçesi Christina'nın davetiyle Stockholm'a yerleşti ve burada kraliçeye dersler vermeye başladı. Kraliçenin isteğiyle, filozofun uyanık olmaya alışık olmadığı kadar erken bir saat olan, sabah beşte yapılan dersler ve ülkenin soğuk iklimi yüzünden Descartes, İsveç'e gelişinin birkaç ay ardından 11 Şubat 1650'de zatüreden dolayı yaşamını yitirdi.

Descartes bilime ve matematiğe önemli katkılarda bulunmuştur. Optikte yansımanın temel kanununu bulmuştur; geliş açısı gidiş açısına eşittir. Matematiğe olan en büyük katkısı ise analitik geometri üzerine olmuştur. Cebirin geometriye uygulanması üzerine çalışmıştır. Kartezyen Geometri ifadesini ortaya atmıştır. Eğrileri onları üreten denklemlere göre sınıflandırmıştır. Alfabenin son harflerini bilinmeyen çokluklar için, ilk harflerini de bilinen çokluklar için kullanmıştır.

Descartes'ın felsefe tarihindeki önemi, kilise odaklı orta çağ felsefesini içinde bulunduğu darboğazdan çıkarıp Yeni Çağ'a taşımasından kaynaklanmaktadır. Descartes'ın çalışmaları "Akılcılık" akımının doğmasına yol açmıştır.

Başta Spinoza ve Leibniz olmak üzere eserleri pek çok önemli filozofu etkilemiştir.

Filozofun görüşleri, başta "Düşünüyorum öyleyse varım" (Cogito ergo sum) çıkarımı olmak üzere, günümüzde de halen pek çok eserde alıntı olarak bulunabilmektedir.

Düşünceleri kendinden sonraki bütün filozofları etkilemiştir. 17 ve 18. yüzyıllarda Descartes'ın etkisi kolayca görülebilir. Locke, Hume, Leibniz ve Kant; Descartes'ın düşüncesine yanıt vermeye çalışmışlardır.

Bu bakımdan modern felsefenin babası sayılmaktadır.

Eserleri
* Metot üzerine konuşma (Discours de la méthode)
* Metafizik düşünceler (Meditationes de prima philosophia)
* La Géométrie
* Le Monde, ou Traité de la Lumière
* La Dioptrique
* Les Météores
* Musicae compendium (1618)
* Regulae ad directionem ingenii (1628)
 
KS
KS

Alper Türk

Yönetici
Moderatör
Apple Expert
Adım
Alper
Cihaz
İPhone 12 Pro
Katılım
22 May 2019
Konular
462
Mesajlar
1,536
Çözümler
8
Tepkime puanı
1,909
Puanları
2,099
Konum
İstanbul
Farabi

Felsefenin Müslümanlar arasında tanınmasında ve benimsenmesinde büyük görevler yapmış olan Türk filozoflarının ve siyasetbilimcilerinden Fârâbî'nin, fizik konusunda dikkatleri çeken en önemli çalışması, Boşluk Üzerine adını verdiği makalesidir. Fârâbî'nin bu yapıtı incelendiğinde, diğer Aristotelesçiler gibi, boşluğu kabul etmediği anlaşılmaktadır.

tnUI41G.jpg

Fârâbî'ye göre, eğer bir tas, içi su dolu olan bir kaba, ağzı aşağıya gelecek biçimde batırılacak olursa, tasın içine hiç su girmediği görülür; çünkü hava bir cisimdir ve kabın tamamını doldurduğundan suyun içeri girmesini engellemektedir. Buna karşılık eğer, bir şişe ağzından bir miktar hava emildikten sonra suya batırılacak olursa, suyun şişenin içinde yükseldiği görülür. Öyleyse doğada boşluk yoktur.

Ancak, Fârâbî'ye göre ikinci deneyde, suyun şişe içerisinde yukarıya doğru yükselmesini Aristoteles fiziği ile açıklamak olanaklı değildir. Çünkü Aristoteles suyun hareketinin doğal yerine doğru, yani aşağıya doğru olması gerektiğini söylemiştir. Boşluk da olanaksız olduğuna göre, bu olgu nasıl açıklanacaktır? Bu durumda Aristoteles fiziğinin yetersizliğine dikkat çeken Fârâbî, hem boşluğun varlığını kabul etmeyen ve hem de bu olguyu açıklayabilen yeni bir varsayım oluşturmaya çalışmıştır. Bunun için iki ilke kabul eder:

1. Hava esnektir ve bulunduğu mekanın tamamını doldurur; yani bir kapta bulunan havanın yarısını tahliye edersek, geriye kalan hava yine kabın her tarafını dolduracaktır. Bunun için kapta hiç bir zaman boşluk oluşmaz.

2. Hava ve su arasında bir komşuluk ilişkisi vardır ve nerede hava biterse orada su başlar.

Fârâbî, işte bu iki ilkenin ışığı altında, suyun şişenin içinde yükselmesinin, boşluğu doldurmak istemesi nedeniyle değil, kap içindeki havanın doğal hacmine dönmesi sırasında, hava ile su arasındaki komşuluk ilişkisi yüzünden, suyu da beraberinde götürmesi nedeniyle oluştuğunu bildirmektedir.

Yapmış olduğu bu açıklama ile Fârâbî, Aristoteles fiziğini eleştirerek düzeltmeye çalışmıştır. Ancak açıklama yetersizdir; çünkü havanın neden doğal hacmine döndüğü konusunda suskun kalmıştır. Bununla birlikte, Fârâbî'nin bu açıklaması, sonradan Batı'da Roger Bacon tarafından doğadaki bütün nesneler birbirinin devamıdır ve doğa boşluktan sakınır biçimine dönüştürülerek genelleştirilecektir.
 
KS
KS

Alper Türk

Yönetici
Moderatör
Apple Expert
Adım
Alper
Cihaz
İPhone 12 Pro
Katılım
22 May 2019
Konular
462
Mesajlar
1,536
Çözümler
8
Tepkime puanı
1,909
Puanları
2,099
Konum
İstanbul
Platon (=eflatun)

Platon çok önemli bir Antik Yunan filozofudur. M.Ö. 427 – M.Ö 347 yılları arasında Atina’da yaşamıştır. Asıl adı Aristokles'dir. Geniş omuzları ve atletik yapısı yüzünden, "Platon" (geniş göğüslü) lakabı ile anılmış ve tanınmıştır.

gNgeJ4L.jpg

Yirmi yaşından itibaren ölümüne kadar yanından ayrılmadığı Sokrates’in öğrencisi ve Aristoteles’in hocası olmuştur. Atina’da Akademi’nin kurucusudur. Platon’un felsefi görüşlerinin üzerinde hala tartışılmaktadır. Platon, batı felsefesinin başlangıç noktası ve ilk önemli filozofudur. Antik çağ yunan felsefesinde, Sokrates öncesi filozoflar (ilk filozoflar veya doğa filozofları) daha ziyade materyalist (özdekçi) görüşler üretmişlerdir. Antik felsefenin maddeci öğretisi, atomcu Demokritos ile en yüksek seviyeye erişmiş, buna mukabil düşünceci (idealist) felsefe, Platon ile en doruk noktasına ulaşmıştır. Platon bir sanatçı ve özellikle edebiyatçı olarak yetiştirilmiş olmasından büyük ölçüde istifade etmiş, kurguladığı düşünsel ürünleri, çok ustaca, ve şiirsel bir anlatımla süsleyerek, asırlar boyu insanları etkilemeyi başarmıştır.

Modern filozoflardan Alfred North Whitehead’e göre Platon’dan sonraki bütün batı felsefesi onun eserine düşülmüş dipnotlardan başka bir şey değildir. İslam ülkelerinde kendisine Eflatun da denir. Görüşleri İslam ve Hristiyan felsefesine derin etkide bulunmuştur.

Platon eserlerini diyaloglar biçiminde yazmıştır. Diyaloglardaki baş aktör çoğunlukla Sokrates’tir. Sokrates insanlarla görüşlerini tartışır ve onların görüşlerindeki tutarsızlıkları ortaya koyar. Platon çoğunlukla görüşlerini Sokrates’in ağzından açıklamıştır.

Platon, algıladığımız dış dünyanın esas gerçek olan idealar ya da formlar dünyasının kusurlu kopyaları olduğunu, gerçeğe ancak düşünce ve tahayyül yoluyla ulaşılabileceğini savunmuş, insan ruhunun ölümden sonra beden dışında kalıcı olan idealar dünyasına ulaşacağını söylemiştir. Görüşleri ortaçağda Arap filozoflar tarafından saklanmış, Rönesans sonrasında Antik Yunancadan çevirileri yapılmıştır.
 
KS
KS

Alper Türk

Yönetici
Moderatör
Apple Expert
Adım
Alper
Cihaz
İPhone 12 Pro
Katılım
22 May 2019
Konular
462
Mesajlar
1,536
Çözümler
8
Tepkime puanı
1,909
Puanları
2,099
Konum
İstanbul
Karl Jaspers

Genellikle Heidegger ile birlikte anılan Karl Jaspers’in (1883-1969) felsefesi varoluşçu düşüncenin diğer bir dünyasallaştırılmış görünümüdür. Varoluşçuluk, Jaspers’in ellerinde, daha kolay anlaşılır ve yöntemsel bir formül haline gele cektir. Jasper’in ilk dönem yazıları psikopatoloji alanında olmuştur, ve felsefesini bir bilimadamı kesinliği ve mantığı için de ortaya koyma girişiminde bulunacaktır. Psychologie der Weltanscharnmgen (Dünya-Görüşleri
hbtdXoV.jpg

Psikolojisi, 1919) yapıtında, yazgı, kötülük ve ölüm gibi bazı kaçınılmaz olguların varlığı içindeki bireysel insanın çok sayıdaki temel insan tep ki ve kararlarının çeşitli olası dünya-kuramlarını göz önünde bulundurarak daha sonraki varoluşçuluğunun izlerini ortaya koymuştur. Varoluşçuluk, kültür içinde varolan buhrana bir yanıt, temel bır dünya görüşü olarak değerlendirilebilir. Jaspers’in üç ciltlik çalışması olan Philosophie (Felsefe, 1932) varoluşçu felsefesinin dizgesel bir formülleştirilmesidir. Jaspers, yöntembilimsel sorun üzerine yoğunlaşarak felsefe tarihi oluşumu içinde yer alan üç yöntemin ayrımını ortaya koyar Bu yöntemler karşılıklı olarak birbirleriyle ilintili değillerdir ve her bir yöntem, felsefi araştırma için kendi farklı katkısını sunar.

1)Felsefi dünya-çıkış noktası yöntemi (philosophische Weltorientierung) insan ve dünyanın bir felsefi anlayışı için araştırmada, bilimsel bilgi kullanımıdır. Fiziksel ve psikolojik bilimler kişinin dünyadaki çıkış noktasını ortaya koyar — ve bu Jaspers için önemli bir olgudur—felsefeci, bilimsel araştırmaların özsel sınırlandırmalarını hiçbir zaman göz önünde kaçırmamaktır; mantık ve matematik gibi biçimsel bilimler de, yetersizliklere sahiptir, ayrıca doğa ve insanın görgücü bilimlerinde tam bir doğruluk sistemi elde etmek olanaksızdır. Olguculuk (positivısm) ve düşüncecilik (idealizm) gibi bazı bilimsel kökenli felsefeleri sahte ve yapay bir tamamlanmışlığa sahiptir; fakat gerçek bir eleştirel felsefe, bilimin özsel yetersizliğini ortaya koyar Bu, Kant’ın felsefesinin başlıca öngörülerinden biridir.

2)Jas-Existenzerhellung (varlığın açıklaması) olarak adlandırır: bu Kierkegaard ve Heidegger bağlantısı ile ortaya koymuş olduğumuz varoluşçu düşünce yöntemidir. Bireyin tüm seçimlerindeki özgürlüğü ve bunun sonucu olarak mutlak sorumluluğu, varoluşçu açıklamanın başlıca olgularıdır. Jaspers’in varoluşçuluğu, özgür bireyler arasındaki, “iletişim” olarak adlandırılan ilintiyi vurgulamaktadır. Tamamen soyutlanmış bir kişilikte böyle birşey yoktur, yalnızca çağdaş toplumda değil, aynı zamanda tarihin yapısı içinde de, kişiler arasında her zaman için bir etkileşim olmuştur. Jaspers, tarihsel oluşum içinde farklı dönemlerin kişileri arasındaki karşılıklı etkileşimi, bireylerin özgürlükleri açısından ortaya koyacaktır.

3)Üçüncü yöntem Metaphysik (metafizik) yöntemidir. Jaspers’e göre, metafizik, felsefecinin “bir varlığı” araştırması, felsefecinin Tanrı ile denk tuttuğu bir mutlağı arayışıdır. Kılgın felsefenin ereği olan felsefi mutlak düşüncesine, bilim aracılığı ile değil, yalnızca varoluşçu düşünce ile ulaşılabilir. Metafiziksel düşünme, varoluşçu düşünmenin yanı sıra, çeşitli diyalektik, düşsel, spekülatif ve simgesel teknikleri kullanır.

Jaspers’in felsefi yöntemi, Heidegger’inkinden çok daha kapsamlıdır.. Çok geniş bir açık fikirliliğe sahip olmasına karşın, onun felsefesi tüm biçimleriyle varoluşçuluğun özelliklerini, aynı kızgınlık ve üzüntüyü taşımaktadır. Kierkegaard’ın “ölme düşüncesi” ve Heidegger’in “ölüm için varlığı”, Jaspers’in kişinin kendi özgürlüğü ve kendi üstünlüğü düşüncesinde yaşam bulur.
 
Geri
Üst